SHANGRI-LA

Bir 20. Yüzyıl Ütopyası

Dr. Hudson’a göre her şey kızıl saçlı Türk’ün derneğe geldiği gün birbirine karışmıştı. Ona göre böyle biri yoktu ve hiç gelmemişti. Oysa ben emindim, üç gün boyunca kafeteryada saatlerce birlikte oturmuş, sohbet etmiştik. Anlattıklarımı hiç sıkılmadan can kulağı ile dinlemişti. 1940’larda Himalayalara gitmeden önce o Türk’ün yaşadığı kentteki dağa tırmanmıştım. Türk benim yaşadıklarımın tek tanığı idi ama o, doktorla tanıştıracağım o gün bana veda bile etmeden çekip gitmişti.

Ona Shangri-La’yı anlattım, bulutların üstünde, Mavi Dağın eteğinde, ölüme yakın duran, ölümsüzlüğün sırrını arayanların ülkesini. O güne kadar kimsenin cesaret edip tırmanamadığı Mavi Dağ’a çıkarken yolda kafileden nasıl koptuğumu, yolumu kaybedip, dondurucu soğuk rüzgarın savurduğu bilmediğim bir yöne giderken birden önüme çıkan süt mavisi çatılı, rengarenk cumbalarıyla ölüme meydan okurcasına parıldayan Lama Manastırını. İnanılmaz bir andı o! İklim birdenbire değişmiş hava manastıra yaklaştıkça daha da ılımıştı. Vadinin dört bir yanı Himalayaların dondurucu kışını yaşarken ılık iklimi ile karşı konulmaz bir havası vardı bu küçük ülkenin.  Kentte yaşayan insanların bir çoğu yüz yaşının üzerindeydi. Türk tabii ki, benim bu muhteşem kentte kırk yıl yaşadıktan sonra Londra’ya döndüğüme inanmamıştı. Ona göre olsun olsun kırk yaşından fazla değildim ki! Zaten gerçek yaşımı söylesem de inanmazdı.

Manastırın köşe odasından dalga dalga vadiye yayılan piyanodan gelen müziği anlatmaya çalıştım ona. Chopin’in hiçbir zaman yayınlanmamış bu ezgileri ne Paris’te, ne de bir başka Avrupa metropolinde dinlenebilirdi. Bunlar ünlü bestecinin ölümünden yüz yıl sonra öğrencisi Briac’ın ezberinde tuttuğu melodilerdi.

Shangri-La’daki görkemli ve ferah kütüphanede hiç sıkılmadan geçirdiğim günleri anlattım. İngilizce, Fransızca, Almanca, Çince ve bilemediğiniz yüzlerce doğu dillerinden kitaplar vardı. Orada, Dünyanın çeşitli yerlerine ait yüzlerce harita vardı ama, bu haritaların hiçbirinde Shangri-La bulunmazdı.

Halk barış içinde yaşardı. Suç oranı yok denecek kadar düşük olduğundan ne polis ne de hapishane vardı bu küçük ülkede. Zaten topu topu 2000 kişi yaşardı. Elli kadar Lama yönetirdi bu kenti. Kentin en büyük yöneticisi Yüce Lama’nın bir Tibetli değil de 150 yaşında bir İngiliz olduğunu söylediğimde Türk kendini tutamamış kahkahaya boğulmuştu.  Ben alışkınım bu durumlara üstelik anlattıklarımın ona ne kadar saçma geldiğini biliyordum. Yine de anlatmaya devam ettim.

Dört bir tarafı kış ile çevrili kentin içinde mutlu bir hayat sürüyorduk. Hiçbir güç beni Londra’ya geri döndüremezdi. Zaten istesem de bu kentten çıkmama izin vermeyeceklerini, kaçsam bile sağ salim dönmemin olanaksız olduğunu düşünüyordum.

Ancak yıllar sonra bir kez oldun ülkeme tekrar dönmem gerektiği düşüncesi içimi bir kurt gibi kemiriyordu. Sonunda bir gece kaçtım ve iki gün boyunca zorlu tipide aşağı yamaçlara doğru ilerlemeye çalıştım.

Günler sonra gözerimi açtığımda Londra’da bir hastane odasındaydım. Doktorlar söylediğim hiçbir şeye inanmadılar. Onlara göre ben adanın dışına hiç çıkmamıştım ve hiçbir ülkeyi görmemiştim. Buna hiç inanmadım.

Oysa Türk yaşadıklarımın tek kanıtıydı. Shangri-La’ya gitmeden önce adını unuttuğum Türkiye’deki Erciyes ismindeki dağı ve o gece konakladığımız kentin Valisi ile birlikle yemek yediğimiz Şeker Fabrikasını o da en az benim kadar biliyordu. Dr. Hudson sonunda dayanamamış gülümseyerek ‘Allah aşkına James, sen hiç kızıl saçlı mavi gözlü Türk gördün mü hayatında’ demişti.

Şimdi düşünüyorum, gerçekten YMCA’de o Türk kalmış mıydı? Shangri-La isminde bir kent var mıydı? Yoksa bir hayal miydi?

Yoksa ben doktorun dediği gibi 1940’da Nazi bombardımanında eşi ve çocuklarını kaybeden o zavallı adam mıydım?      

James Martin, YMCA, Walthamstow, Londra,1992.      

09.03.2017