SANGARİOS KIYISINDA TANRI SOHBETLERİ
Sangarios Irmağı’nın kıyısında, bir ağaç gölgesinde oturan iki Tanrı ilk kez bir araya geliyorlardı. Yazın ilk günleri olmasına rağmen yakıcı sıcak gölgede bile etkiliydi. Dionysos, Apollon’a göre daha rahat ve neşeliydi. Biraz sonra başlayacak gergin ve amansız tartışmaya aldırmaz bir tavrı vardı. Apollon ise Dionysos’a öfkesini nezaketen de olsa gizlemiyordu. Dionysos’un sunduğu kırmızı şarabı tadınca yüzünde hafif bir gülümseme belirdi.
“Şarap insanlar için olduğu kadar Tanrılar için de iyidir. Şarap olmazsa hayatın tadı kalmaz. İnsanlar şarabı içerken Tanrı’ya yaklaşır, günlük dertlerini ve üzüntülerini unutur, Tanrısal sırlara erişir. Bu büyülü güç sayesinde yaratıcılığın, aklın ve bilginin kapılarını açar. Buğdaydan sonra en kutsal gıdadır üzüm suyu” dedi Dionysos.
Bu sözlere içerleyen Okçu Tanrı karşı tepeleri işaret ederek, “Sen değil misin ki, şu karşıdaki tepelerde insanları kendinden geçirip Tanrılara eş tutan, onları coşturan?” dedi. “İnsanlar çılgınlık derecesinde vahşileştirip hayvanlara saldırıyorlar ve sen onların bu sayede Tanrı’ya ulaştıklarını savunuyorsun. Şarap ve kaval sesleri ile sarhoş olup uyuyan insanların uyandıklarında neler yaptıklarını gördüm. Akıl almaz şeyler. Benim ışığım insanları aydınlatır. Onlara akıl verir, doğayı algılamalarını sağlar. Benim aydınlığımda doğanın karanlık sırları çözülür. İnsanlar benimle algılar ve bilgiye ulaşır. Sen ki şarapla insanları aldatmakla kalmadın, Tanrıları da aldattın. Şu kıyısında oturduğumuz ırmakla, Kybele’nin kızı Nikaia’yı kandırmadın mı? Kız oğlan kız kalmaya ant içen kızcağızı, derede yıkanırken içtiği suya şarap karıştırıp sarhoş edip gebe bıraktın. Nice kötülere tarih boyunca örnek oldun bu davranışınla.”
“Kötü mü oldu yani. Ömrünün sonuna kadar öyle mi kalsaydı Ni- kaia. Birçok çocuk doğurdu bana. Onun adına bir şehir bile kurdum.
Ya sen! Nasıl unutursun su perisi Defne’yi. O da Nikaia gibi bir ırmak kızıydı. Ona gönül verdiğinde kendini GaiaTanrıça’ya adadığı için sürekli kaçmıştı senden. Amansız takibinden kurtulamayan kızcağız sonunda babasına yakarıp defne ağacına dönüştürmüştü kendini” diye yanıtladı Şarap Tanrısı. Bu sözler Apollon’u hüzünlendirdi. Defne ağacının rüzgârda hışırdayan yapraklarını anımsadı ve şarabından bir yudum alarak söze başladı:
“Uygarlık benim açtığım yolu takip etmiş ve yürümüştür. Sen Anadolu’da kabuğuna çekilip küçülürken, benim bilicilik merkezlerimde insanlar doğruya ve gerçeğe ulaştı. Bu sayede akıl ve algılama yetisine dayanan yöntemler keşfedildi. Temelleri sağlam olan insanlık tarihi bu sayede ayakta kalabildi. Nice krallıklar, imparatorluklar bilgi ve akıl temellerinde yükseldi. Aklın gücü zayıfladığında zaaflar arttı ve yıkılıp tarihe gömüldüler. İnsanlar için gerekli hukuk, yasalar ve hatta dinler bu yolla evrimleştiler.”
Midas’ın Utancı
“Uygarlık insanların ortak ürünü değil otoritenin yönüdür. Otorite, kendi çıkarları doğrultusunda doğrular üretmiş, onları insanlara kabul ettirmiştir. Bense insanları zenginiyle, fakiriyle hep birlikte kucaklamak istedim. Amacım insanı doğa ile birleştirmekti. Coşkun bir hayat sundum onlara. Yaratıcı yönlerini bu sayede keşfettiler. İnsan olduklarını hissettiler. Asıl aklı yönlendiren yaratıcılıktır. Senin bilicilik yöntemlerin daha sonra gelir. Şu karşıdaki şehirde yaşayan Kral Midas, bana yaptığı bir iyilik karşılığı dokunduğu her şeyin altın olmasını istedi. Daha iyisini neden istemedi diye üzüldüm, ama bu dileğin ne kadar anlamsız ve tehlikeli olduğunu bildiğim halde kabul ettim. Saraya dönerken yolda ağaçtan kırdığı yeşil dalın yaprakları altına dönüştü. Yerden eğilip bir taş aldı, taş altın oldu. Bir avuç toprak aldı sıktı pırıl pırıl altına dönüştü. Dokunduğu ekinler, elmalar, yemişler hep altın oldu. Elini yıkamak için dokunduğu su, azgın dişleriyle çiğnediği et altına dönüştü. Varlık içinde yoksuldu artık. Bolluk içinde aç ve susuz kalmıştı. Ellerini göğe kaldırdı ve bana yalvarmaya başladı. Bağışlamamı ve kendisini bu durumdan kurtarmamı istedi. Ona önce Sardes yakınlarındaki ırmakta yıkanmasını, daha sonra dağın doruğunda bulunan ırmak kaynağındaki suda başını ve gövdesini yıkamasını söyledim. Dediklerimi yaptı ve kurtuldu. Böylece Midas hırsından arınıp normal insana dönüştü.” Dionysos’un bu sözleri ile Midas’ın kulaklarını anımsayan Apollon, Midas hakkındaki öyküsünü anlatmaya başladı:
“Bir gün Tmolos Dağı’nda düzenlenen müzik yarışmasında Pan kavalını, ben lirimi çaldım. Pan, büyülü kavalıyla güzel sesler çıkardı. Güzel Nymphaları övdü melodilerle. Daha sonra ben aldım lirimi elime. Tellerine dokunmaya başladığımda, Tmolos Dağında bütün canlılar dinledi ezgilerimi. Bu ilginç yabancı türküler büyüledi Frigya Kralı Midas’ı da. Kutsal Tmolos herkesin oyunu sordu tek tek. Yenik düştü Pan’ın kavalı ezgilerime. Bir tek Midas karşı çıktı genel oya. Çok kızmıştım. Bir insanda böyle sarsakça kulaklar nasıl olabilirdi? Midas’ın kulaklarını uzattım ve ak tüylerle doldurdum. Tıpkı bir eşeğin kulaklarına dönüştü. Ancak bir eşek anlamayabilirdi aradaki farkı” diye bitirdi sözlerini Apollon. Öyküye Midas’ın dostu Dionysos devam etti:
“Zavallı Midas’ı bu aşağılama çok etkiledi. Sürekli kırmızı bir başlık giydi kulaklarını gizlemek için. Şakaklarına kadar örtmek zorundaydı bu başlığı. Bir gün saçlarını kesmekle görevli uşağı uzun kulaklarını görüverdi. Bu uşak güvenilir bir kimse değildi. Bu utanç verici durum karşısında susmak ona ağır geldi. Nitekim gizli bir çukur açtı ve kralın kulaklarını ne şekilde gördüyse çukura fısıldayarak söyledi. Çukurun üzerini kapadı ve aklı sıra gizemi örttü. Bir çalılık yetişti orada. Aradan bir yıl geçti. Tarlayı süren bir köylü güneyden gelen mırıltıları dinledi. Toprağa gizlenen sözcüklerden sezdi durumu. Kısa sürede herkes öğrendi kralın eşek kulaklı olduğunu.”
Apollon’u hem çok kızdıran hem de güldüren bu öykü belli ki Di- onysos’u fazlaca üzmüştü. Midas Anadolu toprağına özgü Şarap Tanrısına yakından bağlıydı. Kral, Dionysos’un bağışladığı nimetlerden fazlasıyla pay almış, Tanrı’nın peşinden giden alaya karışmış ve sırlarına ermişti. Onun yoluna baş koymuş ve törelerini Frigya’da yaygınlaştırmıştı. Dionysos sözlerine devam etti:
“Sen çok ağır bir ceza vermiştin Midas’a. Aslında o kendisi için doğru olan tercihi yapmış idi. Kaval, Frigya topraklarının vazgeçilmez ezgilerini rüzgârla bütün bir Anadolu’ya yaydı. Büyülü türküleri bebeklerin kundaklarına taşıdı. Ana sütü emen bebekler, Anadolu yaylalarında koşuşturan çocuklar lir ile değil, çobanların kaval sesleri ile tanıdılar doğayı ve Tanrıları. Tanrıyı bu ezgilerle algıladılar ve ona eriştiler.”
“İnsanlar hiçbir zaman Tanrısal güce erişemezler” dedi Apollon kibirlice. “Bakkhalar ne kadar coşsalar da, kendilerine ve çevrelerine rahatsızlık vermekten öteye gidemezler. Tanrı gücü ile dolu olmak, insanların kaldıramayacağı taşkın bir yüktür. Bu taşkınlık Tanrıların hoşuna gitmediği gibi, insanlar için de tehlikelidir. Sonuçta toplum kurallarını hiçe sayıp vahşileşirler. Ayinlerde erkek kadın ayrımı gözetmeksizin avare bir şekilde kendinden geçen insanlar, bağlı bulundukları gelenek kurallarını aşarlar. Aşırı sevgi ve yırtıcılık birbirine karışır…”
Dionysos, Apollon’un bu ifadelerini son derece sert ve kaba bulmuştu. Ses tonunu biraz daha yükselterek; “Bir kez olsun insanca düşünsen sen de anlayacaksın onları. Birbirlerine diş bileyenler, düşman olanlar, doğanın coşkunluğu içinde sevince kapılarak birbirleriyle dost olur, kaynaşırlar. Bu dostluk havasında topluluk türküler söyler, oynar. Her şey unutulur, hep birlikte göklere yükselinir. Hayvanlarla konuşulur, toprak süt verir, bal akıtır. İnsan kendini Tanrı gibi hisseder.”
Dionysos’un konuşmasını, alçaktan uçan bir uçak uğultusu böldü. Apollon gözleriyle uçağı ufukta kayboluncaya kadar izledi ve söze başladı: “İşte farklılığımız burada. İnsanoğlunun bütün eserleri akıl ve algılama yetisinin ürünleridir. Bu sayede insanlar araçlar yapıp Tanrıların dahi ulaşamayacağı göklere ulaştılar ve bu araçlara da benim adımı verdiler. Bu nedenledir ki insanoğlu beni Tanrısal erdeme, seni de şeytana dönüştürdü.”
“Aslında insanları göklere taşıyan, onların içindeki Tanrısal coşkuydu. Aklın ve bilginin gücü coşkunun hizmetinde olduğu sürece gelişir. Eğer ikimiz arasındaki karşıtlığın birliği olmasaydı, insanoğlunun gözünde senin saygınlığın bugünkü gibi olmayacaktı” diye karşılık verdi Dionysos.
Akşam güneşi dağların ardından kaybolurken vakit epeyce geç olmuştu. Işık Tanrısı yerinden kalktı, Dionysos’la vedalaşırken, alacakaranlıkta sanki bir heykel gibi dimdik duruyordu. Yol kenarına park ettiği son model Cadillac otomobiline doğru yürüdü. Otomobilin yanında bekleyen şoför, ırmağın ilerisindeki asma bahçesinde ardına bakmadan ilerleyen Dionysos’u gözden kayboluncaya kadar izledi.
KÜRŞAT BAŞDEMİR