SALKIM SÖĞÜT
Nazım Hikmet ve Vala Nurettin Dostluğu anısına,
1921 kışında iki genç şair gizlice İstanbul’dan Milli Mücadele’ye silah ve cephane kaçıran bir gemiyle Anadolu’ya yola çıktı.
Geminin adı: “Yeni Dünya” idi. Gerçekten de bu gemi yeni, başka bir dünyaya açılan büyük bir yolculuğun ilk adımı olacaktı onlar için.
Amaçları Milli Mücadele’nin merkezi Ankara’ya ulaşmaktı. İnebolu’da indiler gemiden. Günlerce süren yayan yolculukla Ankara’ya ulaştılar.
Bu gençlerden bir esmer kısa boylu diğeri daha uzun sarışındı. İkisi de şairdi ve birlikle şiir yazıyorlardı. Sanki esmer olanı aklın ve bilgeliğin durgun sularında, diğeri ise yatağına sığmayan coşkun ırmaklarda akıntıya karşı duruyordu.
Birbirini tamamlayan bu dostluk tıpkı Apollon ve Dionysos birlikteliği gibiydi. Esmer olanı hayatı boyunda sarışının gizli hafızası oldu.
Bir süre Ankara’da kaldıktan sonra Ankara’daki karargah merkezinden öğretmen olarak atandıkları Bolu’ya doğru yola çıktılar. Eşyalarını bir katıra yüklediler ve yine yayan kestirme dağ yollarından Kızılcahamam – Gerede istikametine ilerliyorlardı.
Anadolu’ya erken bahar geliyordu yola çıktıklarında.
Akşamüzeri Kızılcahamam’a yaklaşmışlardı ki, bir dere kenarında yaprakları suya sarkmış Salkım söğüt ağaçlarıyla karşılaştılar.
İki çocukluk arkadaşı birbirine baktılar ve karar verdiler bu derenin kıyısında dinlenmeye. Sarışın olanı gözlerini söğüdün dereye karışan yapraklarında alamıyordu.
Nehir hızla akıyordu. Salkımsöğüdün silüeti hızla akıp giden suyun üzerinde görünüyor ancak görünen yapraklar sürekli değişen bu aynanın üzerinde kaybolmadan duyuyor, akıp giden zamana karşı direniyordu.
Suya dokunan yaprakları yıkayan ırmak da Heraklit’in akan suda yıkanan insan örneği gibi sadece bir kez yıkayabiliyordu Söğüdün saçlarını.
Sonra kızıl atlılar geldi şairin gözlerinin önüne. Onlar nehrin uzaklarındaki güneşin battığı yere koşuyorlardı. Nehrin yönünde koşan atlılar coşkuyla güneşe ulaşmak istercesine ilerlerken vurulup düşenleri gördü şair beyninin derinliklerinde. Onlar terk etmek zorunda kalıyorlardı bu yaman yarışı.
Şimdi Kızılcahamam’dan çok uzaklara gitmişti şair Moskova düzlüklerinde Çarın Beyaz ordusunu kovalayan kızıl kanatlı atlılara.
Sonra kızıllık gitgide kayboldu. Nehir ve salkımsöğüt karanlığı teslim oldu. Kızıl kanatlı atlılar güneşle birlikte kayboldu.
Şairin gözlerinden iki damla yaş aktı. Defterini çıkardı, gördüğü her şeyi unutmamak için kağıda çalakalem yazdı:
Akıyordu su
gösterip aynasında söğüt ağaçlarını.
Salkımsöğütler yıkıyordu suda saçlarını!
Yanan yalın kılıçları çarparak söğütlere
koşuyordu kızıl atlılar güneşin battığı yere!
Birdenbire kuş gibi
vurulmuş gibi
kanadından
yaralı bir atlı yuvarlandı atından!
Bağırmadı,
gidenleri geri çağırmadı,
baktı yalnız dolu gözlerle
uzaklaşan atlıların parıldayan nallarına!
Ah ne yazık!
Ne yazık ki ona
dörtnal giden atların köpüklü boynuna bir daha yatmayacak,
beyaz orduların ardında kılıç oynatmayacak!
Nal sesleri sönüyor perde perde,
atlılar kayboluyor güneşin battığı yerde!
Atlılar atlılar kızıl atlılar,
atları rüzgâr kanatlılar!
Atları rüzgâr kanat…
Atları rüzgâr…Atları…
At…
Rüzgâr kanatlı atlılar gibi geçti hayat!
Akar suyun sesi dindi.
Gölgeler gölgelendi
renkler silindi.
Siyah örtüler indi
mavi gözlerine,
sarktı salkımsöğütler
sarı saçlarının
üzerine!
Ağlama salkımsöğüt
ağlama,
Kara suyun aynasında el bağlama!
el bağlama!
ağlama!