“Bir madenciler ordusu mu bu dağı tırmanan? Firavunlar zamanında
piramitleri kıran işçilerin bir görüntüsü mü? Bir karınca ordusu mu yoksa?
Karınca ya da kertenkele? Madencilerin derisi kertenkele derisi; gözleri
kertenkele gözleri. Yeryüzünün bahtsızları, insana özgü bir hayvanat bahçesinde
mi yaşıyorlar burada?”
Eduardo Galeano
Serra Pelada benden önce de Brezilya’nın altın madenleriydi.
Bu muntazam çukurun kenarına geldiğimde, vücudumun bütün tüyleri diken diken olmuştu. Bunun gibi bir şeyi hiç görmemiştim.
Burada bir anda benden önce başlayan insanlık tarihini gördüm.
Piramitlerin inşaasını, Babil Kulesi’ni, Hazreti Süleyman’ın hazinelerini…
Bir tek makine sesi bile duyulmuyordu. Devasa bir çukurdaki 50.000 insanın uğultusuydu.
Konuşmalar, gürültüler, insan sesleri el işçiliğinin seslerine karışıyordu.
Zamanın başlangıcına dönmüştüm. Nerdeyse; altının bu insanların ruhuna fısıldayışını duyuyordum.
Bütün bir toprak taşınmalıydı.
Tamamında altın yoktu.
Adamlar yukarı ulaşabilmek için daha büyük olanlara bağlanan, küçük merdivenlere tırmanmak zorundaydı.
Oradan düşmek istemezdiniz. Yukarıdan düşerseniz, sizinle birlikte olan insanları da riske atardınız.
Günde birkaç kere yukarı tırmanırdım, ama düşebileceğimi hiç düşünmezdim.
Kimse düşemezdi.
Düşmek için değil, taşımak için oradaydınız.
Ya da benim gibi, fotoğraf çekmek için.
Bu adamlar günde 50-60 kere tırmanıyorlardı. Böyle bir yamaçtan aşağı inmenin tek yolu koşmaktır.
Eğer durursanız düşersiniz.
Bütün bu adamlar, hep birlikte inanılmaz düzenli bir dünya kurmuştu,
Ama tamamen çılgınca bir dünya.
Onların köle olduğu izlenimini ediniyorsunuz, ama orada bir tane bile köle yoktu.
Onlar sadece zengin olma fikrinin kölesiydi. Hepsi zengin olmak istiyordu.
Her türden insan vardı:
Entellektüeller, üniversite mezunları, çiftlik çalışanları, şehirli işçiler…
Hayatın bütün kademelerinden insanlar, şanslarını denemek için oradaydı.
Çünkü bir altın damarına kazma vurduğunuzda, madenin o küçük bölümünde çalışan herkesin bir çuval seçme hakkı oluyordu.
Seçtikleri o çuvalda hiçbir şey olmayabilir veya bir kilo altın olabilir!
İşte o anda, bireyin özgürlüğü tehlikededir.
Altınla bağ kuran insanlar bir daha asla bırakamaz.
Fotoğraf ve yazı : Sebastiao Salgado
Kongo, Temmuz 1994. Üç küçük çocuk!
Bu çocuklar henüz iki yaşında. Tutsilerden kaçmak için yollara düşmüş Ruandalı göçmen bir ailenin çocukları.
Göç yollarında bir gece uykuya dalmadan önce.
Goma bölgesindeki diğer iki milyon göçmen ailesi gibi. Kolera salgınında hergün 15.000 kişi ölüyor.
Çocuklardan birinin gözlerinde keder, acı ve umutsuzluk ifadesi var, bu fotoğraf çekildikten birkaç gün sonra yaşamını yitirecek.
Diğer iki çocuk umutla bakıyor. Ortadakinin gözlerinde hayat var.
Aradan tam 24 yıl geçti. Bu çocuklar büyüdü mü, yıllarca açlık, susuzluk ve acımasız kör savaşlarla kavrulan bu topraklarda hala yaşıyorlar mı bilemiyoruz.
Salgado bu fotoğraflara hayatını adadı, ruhsal sağlığını kaybetme pahasına.
Kimi zaman fotoğraf makinasını bir kenara bırakıp saatlerce ağladı.
Fakat vazgeçmedi.
Çocukların gözlerindeki ışıkta parıldayan umut için.
Fotoğraf: Sebastiao Salgado
DEV KAPLUMBAĞA
Salgado dokuz yıl üzerinde çalıştığı “Genesis” kitabını çıkarmadan önce ilk olarak Galapagos adalarına gitti.
Genesis bunca yılın yorucu mücadelesinin ardından onun için bir iyileşme süreciydi.
O kendini sadece insanlarla değil, doğadaki bütün canlılarla eşit gördüğünden adalardaki bütün canlılarla kolayca iletişim kurdu. Onun için hiçbir canlı arasında bir hiyerarşi yoktu. Onlara yaklaştı ve dost oldu. Onun fotoğrafları bu dostlukların bir yansımasıydı.
Sadece ve sadece dev kaplumbağalar ondan uzak duruyorlardı. Yüzyıllardır insanoğlunun hunharca katlettiği bu canlıların genetiğine artık insan korkusu yerleşmişti.
Salgado belki de yeryüzünde bu korkuyu yenen ilk insandı. Günlerce sabırlı bir şekilde onlara yaklaşmaya çalıştı. Onlar gibi dört ayak üzerinde gezdi ve sonunda onların dalga boyuna ulaşarak güvenlerini kazandı.
O bu fotoğrafları çekmek için hayvanlarla ve insanlarla dost olmadı. Canlılar onun içten dostluğuna karşılık olarak bu fotoğrafların çekilmesine izin verdiler.
Şimdi 2004 yılında Isabella adasında çektiği bu “Dev Kaplumbağa” fotoğrafına tekrar bakalım.
Fotoğrafı büyütün ve yüzyıllık yaşlı kaplumbağanın gözlerindeki ifadeye iyi bakın.
Fotoğraf: Sebastiao Salgado
Afrika’da yalnız bir mülteci.
Henüz 8-10 yaşında bir oğlan çocuğu. Üstü başı yırtık pırtık, pantolonu bile yok.
Yanında birkaç parça kap ve eski küçük bir müzik enstrümanı, bir de kendi gibi zayıf bir köpeği var.
Tekbaşına kafileden çok uzaklarda kalmış, muhtemelen bir ailesi bile yok.
Kararlı ve dik duruşu etkileyici. Uzaklardaki kafileye bakıyor. Onlara yetişecek.
Afrikanın kıraç düzlüklerinde yalnız başına yaşam mücadelesi veren bu donsuz çocuğun asaleti kimde var?
Fotoğraf: Sebastiao Salgado
Birkaç hafta önce Zürih’te bir sergide Sebastiao Salgado’nun bu fotoğrafını karşımda görünce heyecanla, “İşte benim ütopyam!” demiştim. Hayali bir yerde yüzen küçük bir ada. Bu nedenle de kitabın sonundaki referans listeye bakıp yerini öğrenmek istemedim.
Ütopyalara ilgim 35 yıl önce ODTÜ’de Beşeri Bilimler Fakültesi’nde Prof. Dr. Nail Bezel’den aldığım Ütopyalar ve Distopyalar dersleri ile başlamıştı.
Ütopya kavramı hayatım boyunca ilgi alanımdan hiç çıkmadı. Konu ile ilgili bir çok kitap okudum, hala okuyorum.
İlyada ve Odysseia’yı ütopya kavramı çerçevesinde defalarca gözden geçirdim, notlar tuttum.
Beş yıl önce satır satır okuduğum Sevin Okyay çevirisi iki ciltlik Hayali Yerler Sözlüğü’nü bu fotoğrafı gördükten sonra tekrar gözden geçirmeye karar verdim.
Bugüne kadar kafamda oluşan kavramı Thomas More’un klasik ütopya kavramından ziyade, bana göre 20. Yüzyılın en büyük ütopisti Aldous Huxley ile uyumluydu. Fotoğraf ondan da izler taşıyor.
Salgado’nun ışığı (kalemi) siyah beyaz zeminde grinin tonları üzerine öylesine bir şiir yazmış ki, sanki içine davet ediyor.
Adadaki gerçek renklerini seçimini ise her zamanki gibi bizlere bırakmış.
Ben yine de onun gibi siyah beyazın binlerce tonunu tercih ederim.
Fotoğraf: Sebastiao Salgado
Bir ışık süzmesinin içinden kararlı adımlarla geçiyor. Işık ona genç, güçlü ve ondan beklenilmeyecek kadar dinamik bir görünüm kazandırıyor.
Kulağından yansıyan parlak ışıksa fotoğrafa bakanları dinliyor izlenimi bırakıyor.
Fillerin diğer dört ayaklı hayvanlardan farklı bir yürüyüşü vardır. Diğer hayvanlar ön bacakları ile fren yapar, arka bacakları ile hızlanır. Filler ise yürürken bacaklarını birbirinden bağımsız kontrol edebilir. İstediği bacağını hızlandırır, istediğinde durdurur. Tıpkı dört çeker bir araba gibi.
İşte bu yönü ile yürürken o koca gövdesine rağmen bir insanı çağrıştırıyor.
Bir ilkbahar sabahı koşturarak işe giden insanların ciddiyeti var kontrollü adımlarında.
Fotoğraf: Sebastiao Salgado
Yine bir mülteci fotoğrafı.
Ruanda’da soykırımdan kaçan bir milyon insanın yollardaki yaşam mücadelesi.
Sınıra yakın bu kampta herkes kaygılı ve mutsuz. Fotoğrafta küçük bir çocuk annesine sevgiyle bakıyor.
Sadece o mutlu.
Annesi ise ona kaygılı gözleriyle karşılık veriyor.
Fotoğraf: Sebastiao Salgado