LEYLEKLER 6
“Çantanızı biraz ileriye alabilir misiniz?”
Sesi nazik ve bir o kadar da gergin. Yüzüne bakıyorum, kırk yaşlarında zayıf ve solgun. Uzun boylu, esmer, gözlüklü.
Önümdeki sıraya oturuyor, yanında 2-2,5 yaşlarında bir çocuk var. Çocuğun kapkara gözleri babasının aksine canlı hayat dolu ve kocaman.
Seksenlerden bir film sahnesi geliyor aklıma. (Uçurtmayı vurmasınlar, 1989)
Bu çocuğun adı Barış olmalı diyorum.
Uzun bir yolculuk bizimkisi. Ülkenin bir ucundan en uzaktaki diğer ucuna. Kışa kara ve soğuğa.
Koltuk arasından bana bakıyor Barış, sürekli gülümsüyor, saklanıyor, tekrar bakıyor, tekrar gülüyor. Bir süre sonra kitabımı bırakıp ben de katılıyorum bu oyuna; yol boyunca oturduğumuz yerden saklambaç oynuyoruz Barış’la.
Hostes sandviçleri dağıtırken daha da mutlu oluyor. Bir süre oyunu bırakıp keyifle yemeğini yiyor, meyve suyunu yudumluyor. Sonra yine oyuna dönüyoruz.
Babası ilgilenmiyor bizim oyuna, duruşundaki gerginlik arkadan hissediliyor, düşünceli ve hep tavana bakıyor. İki saat böylece geçiyor.
Hostesin anonsu, artık inişe geçiyoruz. Barış kemerini bağlamak istemiyor. Babası ısrar ediyor o kabul etmiyor. Ardından iki tokat sesi ile irkiliyorum.
Barış ağlıyor.
İstemsizce ayağa kalkıyorum ve babanın koluna dokunuyorum. “Yapmayın!” diyorum kontrolsüz ve boğuk bir sesle.
Baba arkaya dönerken öfkesini bana yönlendireceğinden eminim. Ama o kocaman adamın yüzündeki öfke birdenbire zavallı bir ifadeye dönüşüyor, ban bakarken acı dolu gözleri küçülüyor.
Barış’la göz göze geliyoruz. Çocuk gözlerini benden ayırmadan babasına sokuluyor. O an babasının yerine ben utanıyorum.
Uçak karlı sıradağların arasındaki kasabadan bozma şehre iniyor. Kapının açılmasını bekliyoruz. Baba yine gergin ayağa kalkıyor, bagaj kapağını açıp çantasını alıyor. Hostes uyarıyor, yerinden kalkmamasını söylüyor.
Normal olmayan bir durum var, bekleme uzun sürüyor, 20 dakikadır uçağın içindeyiz ve hostesler ayağa kalkmamamız için sürekli uyarıyorlar.
Nihayet kapı açılıyor, içeri elinde telsizle bir sivil polis giriyor ve bize doğru yürüyor. Adam polisin kendisini almak istediğinden emin bir şekilde ayağa kalkıyor. Polis koluna giriyor ve birlikle aşağı iniyorlar.
Biz hala yerimizde oturuyoruz. Ayaktaki tek yolcu Barış. Önce öne koşuyor babasını göremeyince tekrar arkaya koşuyor, bana “Babam nerede, babam nerede?” diye bağırıyor. Ayağa kalkıp çocuğun elinden tutup hostese doğru yürürken, hostes merak etmememi, kendilerinin ilgileneceklerini söylüyor.
Önce Barış arkasından biz iniyoruz. Elleri kelepçeli baba merdivenin biraz ilerisinde polislerle tartışıyor. Yanından geçerken sadece “Ben heryere bu çocukla giderim” diye bağırdığını duyabiliyorum.
Aklım arkamda yürürken artık bu çocuğun adının “Barış” olduğundan eminim.
*****
Bugün şehre gelişimin altıncı günü. Geceleri sıcaklık -15’i buluyor. Dışarıda dondurucu soğuk var.
Otel odamdan karşıdaki caminin kubbesine bakıyorum. İki yıldır yaz kış kenti terketmeyen leylek artık üç gündür yok. Kara ve soğuk havaya dayanamadı zavallı kuş.
Oysa ona ne kadar alışmıştım. O diğerleri gibi göç etmiyor inadına kışı burada geçiriyordu. Onu her görüşüm yaşama sevincimi artırıyor, içime umut dolduruyordu. Caferi camisinin 100 desibelin üzerindeki sabah ezanında mağrur silüetini hatırlıyorum.
Gözyaşım masanın üzerinde geçen haftadan kalma bir gazete resminin üzerine düşüyor ve Enes’le göz göze geliyoruz.
Bir hafta boyunca gazeteler onu anlattılar, yeterinde anladık mı? Toplumun büyük bir kesimi bu çocuğun verdiği mesajı anladı mı emin değilim. O da diğerleri gibi süre sonra da unutulup gidecek.
Ya Barış, Barış’a ne olacak. Cezaevlerinde babaların da yanına çocukları alırlar mı? Babası istemeden de olsa yine ona vurur mu?
Bense burada ölü bir leylek ve meçhul yavruları için burnumu çeke çeke ağlıyorum.