LEYLEKLER 2
“Bunlar geçen yıl da burada kalmışlardı” diyor otel görevlisi. “Diğerleri gitti nedense bunlar hep burada.”
Ağustos ayında gelmiştim bu Ağrı dağının eteğindeki güneşli taşra kentine. Kentin merkezindeki otelde 513 numaralı odadayım. Penceremin karşıdaki Caferi camisinin kubbesiyle karşı karşıya.
Kubbenin tam üstünde bir leylek yuvası var, yuvada iki leylek.
Kırmızı parlak gagaları ve yine uzun kırmızı bacaklarıyla gece aydınlatma ışıklarında bile biblo gibi duruyorlar karşımda.
Kitap okuyorum. Arada gözlerim leyleklere kayıyor, hala kıpırdamadan duruyorlar yuvada. Bütün geceyi ayakta geçirecekler anlaşılan.
Sabaha karşı cami hoparlöründen yüksek desibelli ezan sesiyle uyanıyorum. Aklıma leylekler geliyor. “Kesin ürküp kaçmışlardır” diyorum.
Ne gezer yine gece en son gördüğüm gibi kıpırdamadan aynı pozisyonda duruyorlar. “Sağır mı bunlar?”
Lambayı açıyorum oda aydınlanırsa beni farkedeceklerini umarak.
Aldırmıyorlar.
Tekrar uykuya dalıyorum.
Rüyamda 10 yaşımdayım, leylekler beni uçuruyorlar. Biri kilim desenli gömleğimin yakasından kavrıyor gagasıyla, diğeri pantolonumun kemerinden.
“Babaaa…” diye bağırıyorum. Babam yok ki! Babam ben büyükken ölmüştü. Çaresiz teslim oluyorum bu iki leyleğin iradesine. Beni uzak sıcak ülkelere götürecekler, çöllerden geçirecekler.
Ürküyorum.
“Korkma çilli” diyor arkadaki. “Düşürmeyiz seni!”
Sonra aşağı doğru süzülüyoruz bir kent beliriyor, sivri çatılarıyla. Hayır burası leyleklerin göçtüğü sıcak ülkelerden değil, gotik katedrallerin yükseldiği bir Avrupa şehri. Şehrin en tepe noktasındaki kilisenin yanında, bir heykelin önünde yere bırakıyorlar beni.
Bu “Mutlu Prens’in heykeli, Oscar Wilde’ın mutlu prensi”
Karla karışık yağmur yağıyor. Leyleklere bakıyorum Prens’in iki omuzunda kıpırdamadan duyuyorlar. Belki ki onun buyruğunu bekliyorlar. Onlarda soğuktan ölecekler bu şehirde Mutlu Prens’in kırlangıçları gibi.
Ve ben bu bilmediğim soğuk ülkede yapayalnız kalacağım.
(Fotoğraf: Selçuk Emden)