KAYSERLİ KADINLAR
Kayser ovasına toplanan kadınlar arasında atmış yaşlarında siyah giysili bir kadın uzaktan hemen fark ediliyordu. Argiyos’tan (Erciyes) gelen güney rüzgarı saçlarını dağıtmış, çatık hilal kaşlarının altındaki keskin kahverengi gözleri güneyde, dağın eteklerindeki ormanların üzerinde uzanan Tekfur (Tekir) yaylasını arıyordu. Oysa gideceği yer Doğuda, güneşin doğduğu Moğol topraklarıydı. Arkasındaki harabeye dönüşmüş Kayser (Kayseri) kentinden is ve yanık kokuları geliyordu.
Bu kadın Bacıyan-ı Rum’un (Dünyanın ilk kadın sivil toplum örgütü) kurucusu Fatma Bacı’ydı.
Çok değil birkaç ay önce Erzurum’un kanlı işgali sonrası Sibas’ı da (Sivas) ele geçiren Moğol orduları gözlerini Kayser kentine dikmişlerdi. Yüzlerce yıl önce güneşi zapta giden Makedonyalı Büyük İskender’den intikam alırcasına akıyordu Moğol orduları güneşin battığı ülkelere.
Selçuklu sultanı Sultan Gıyaseddin Keyhüsrev henüz birkaç yıl önce Baba İshak birliklerinden korkarak kaçtığı Konya’daki ihtişamlı sarayına, bu kez de Moğollardan kaçarak sığınıyordu. Üstelik yanından ayırmadığı vahşi hayvanlarını hatta hazinesinin bir bölümünü de karargâhında öylece terk ederek.
Asya steplerinden bir hayalet sürüsü gibi akan Moğollar kadar hiçbir şey korkutmuyordu insanları. İsterlerse ruhları insanların arasında dolanırlar, bakar fakat görünmezlerdi. Kimi zaman korkulu hikâyeleri yayılır, kimi zaman sessizce apansız saldırırlardı. Ordu yürüdüğünde yer sarsılır, ardında bir toz bulutu yükselirdi. Atları kanatlı, parlayan kargıları ise uzaktan bakınca yaprakları dökülmüş büyük bir ormandı.
Kayser ovasına geldiklerinde bir gece vaktiydi ve bulutların üzerindeki Argiyos’un zirvesi ay ışığında parlıyordu. Dış kaleye yaklaştıkça beş kapılı şehrin kapıları göründü. Bunca büyük taşı hangi kuvvetle kaldırıp bu duvarları yapmışlardı?
Selçuklu sultanın kaderine terk ettiği kent teslim olmamakta kararlıydı. Önce ateş okları şehrin surlarını aştı. Gökyüzünü ateşten bir bulut kapladı. Şehrin erkekleri ve kadınları bu oklara amansızca karşılık veriyordu. Ok yağmurları günlerce sürdü. Mancınıklar harekete geçmişti. Kocaman taşlar şehrin içine düşüyor, çarptığı yeri sarsıyor, duvarları yıkıyor, binaları delip geçiyordu. Sonunda Moğol askerleri surlara tırmanmaya başlamıştı. Fatma Bacı’nın alp kızları işliklerdeki işlerini bırakıp savaşa katılmış, surlarda kılıçları ve yaylarından fırlayan oklarıyla çatışıyorlardı.
Savaş günlerce sürdü. Ancak hiçbir Moğol askeri surları aşıp kente girmeyi başaramadı.
Kentin eski zenginleri Ahilerin ve Fatma Bacı’nın yaptıklarından hoşnut değildi. Onlar ticaretin sadece kendi ellerinin altında gelişmesini halkın zenginleşmesini istemiyorlardı. Azınlık liderlerinden biri Moğollara surların zayıf yerini anlatmış. Pis sular şehrin dışına aksın diye yapılmış kanallardan dışarı çıkıp, aynı su kanallarında Moğolları şehre sokmuştu. Aynı zamanda Selçuklu subaşısı kent halkına ihanet edip Moğolların safına geçmişti.
Böylece on beş gündür surları döven Moğollar sabaha karşı şehre girdiler. Herkesin en dikkatsiz, zayıf olduğu anda, tıpkı Troya’nın düşüşü gibi.
Sahne yine yüzyıllar önce kuzey Ege sahillerindeki sahne ile aynıydı. Bu kez Kayserli kadınlar, Troya sahillerinde kura ile paylaşılan Troyalı kadınlar gibi kaderlerini bekliyorlardı.
Fatma bacı, Troyalı Hekabe’nin ruhuydu bu Selçuklu kentinde. Gideceği yer ise, Yunan kıyılarındaki İthaki değil, belki bozkırın ortasındaki İdil boyları ya da daha uzaklardaki Moğol başkenti Karakurum.
Yıllar sonra Fatma Bacı esaretten kurtuldu ve yine döndü Anadolu topraklarına. Yaşamının son yıllarını Hacıbektaş’ta tamamladı.
Derlerdi ki, Selçuklu ülkesinin başkenti Konya arzın merkezidir. Ama bilmezler ki, Konya sarayında korkak bir sultan yaşar ve tek derdi tahtını korumaktır.
Oysa, yıllar önce tarihin en büyük ticaret merkezlerinden Kayser, dört bir yandan gelen tüccarların uğrak yeriydi ve kadınlar burada işliklerde çalıştılar, iş hayatını örgütlediler, kenti korumak için canları pahasına savaştılar.
Kardeşçe, adilce ve dürüstçe.