JAPON

14 Yaşındayım. Japon ile aynı sokakta oturuyoruz. Birkaç ev ilerimizde, Almanya göçmeni bir ailenin büyük çocuğu. 

Benden birkaç yaş büyük. Adı… 

Adı bende gizli kalsın, lakabı Japon. 

Çekik gözleri var, dudakları baldudak. Sürekli gülümsüyor, zihnimdeki hali de gülümseyen (sırıtan) çocuk. 

Yetmişli yıllar, bizim sokaktan hiç otomobil geçmez. Sadece kamyondan bozma bir otobüs. O da komşunun ekmek teknesi. Genellikle park halinde. 

Sokak baştan başa bize ait, yani kocaman bir futbol sahası. Eni dar olabilir ama boyu sokağın başlangıcından otobüse kadar, yani aşağı yukarı bir futbol sahası kadar. Topumuz ise patlak bir lastik top. 

Japon tam bir futbol ustası, hızlı ve çevik. Çalımından geçilmiyor. Golleri genellikle o atıyor. Her golden sonrada sırıtarak bize bakıyor. Aynı takımdaysak sorun yok, üstelik keyifli. Ama karşı takımlardaysak sinir bozucu. 

Bir süre sonra Japon bizimle takılmaz oldu. Biz futbol oynarken, o köşe başında duvarın üzerine oturuyor ve oyunla hiç ilgilenmiyor. Onsuz maçların hiç keyfi yok. İlle de Japon. 

Bir süre sonra Japon’un niyetini anlıyoruz. O gözlerini ayırmadan 300 metre ileride, büyük bir apartmanın 8. katına bakıyor, balkonda oturan kızlardan birine aşık. 

Günler geçiyor, Japon hiçbir oyuna katılmıyor. Her sabah mesaiye giden işçiler gibi köşe başındaki otobüs durağının yanındaki duvara oturup karşı apartmana bakıyor. Otobüsler, minibüsler geçiyor, sabah işçiler ve memurlar, öğleden sonra ev gezmesine giden kadınlar biniyor otobüslere ama bizim Japon hep orada. 

Bir süre sonra biz egoist çocukların alay konusu oluyor. 

Japon yakından hiç görmediği bir kıza aşık. Üstelik genellikle öğleden sonraları o balkonda oturan üç kız kardeşten birine. Ama hangisi olduğunu o mesafeden seçebilmesine olanak yok. 

Bir gün dayanamayıp soruyorum. 

“Onları aşağıda hiç gördün mü?”

Birkaç kez gördüğünü söylüyor. Ama hangisine aşık oluğunu kendisi de bilemiyor. Almanya’dan babasının getirdiği kasetçalar elinde müziği sonuna kadar açıyor ve kasetten çıkan ses bütün mahalleye yayılıyor.

“Batsın bu dünya…”

Ama teybin sesini ne kadar açarsa açsın kızların o mesafeden duymasına olanak yok. Bazen Japon’un kısık gözlerinden süzülen yaşları elinin tersiyle sildiğini görüyoruz. Birbirimize bakıyor, kıkırdıyoruz. 

Bir süre sonra alaylarım ve kıkırdamalarım hüzne dönüşüyor, empati kurmaya başlıyorum Japonla. 

O sosyal ve kültürel olarak farklı olduğundan üstelik kısık gözleri ve baldudakları ile çirkin olduğunu düşündüğünden ümitsiz bir aşkı uzaktan yaşıyordu. 

Bizler farklı mıydık sanki. Özellikle ben, kızıl saçlı ve çilli zayıf çocuk. Sınıfın arka sıralarında oturmamın sebebi çillerimin fark edilmemesi değil miydi? 

Hepimizin lakapları yok muydu?

Japon, Çilli, Kepçe, Kazan, Kirpi.. 

Bütün sınıfın erkekleri sınıfın en alımlı kızına aşık olur. İçimizde özgüveni yüksek olanı aşkını itiraf eder. (Tabii muhatabına değil, sadece erkeklere.) 

Sonra diğerleri yalnız kaldıklarında hep şu aynı şarkıyı mırıldanır:

“Arkadaşımın aşkısın.”

Bazen hayatımızda bizi bir ömür etkileyen olayları hiç olmamış gibi yaşarız. Hiç kimse ile paylaşmayız, konusu bile açıldığında sanki bizim semtimize hiç uğramamış gibi gülüp geçeriz. 

Oysa onlar hayatımızın önemli bir parçalarıdır ve onlardan saklanamayız. Bu yaşanmış bir olay veya bilinç altında bizi derinden derine kemiren bir düş olabilir. 

Bunlardan kurtulmanın ve iyileşme sürecine girebilmenin tek yolu geçte olsa yüzleşmektir.