ISSIZLIĞIN ORTASINDA
Doğu’da bir kasaba meydanındayım, ortalık zifiri karanlık. Gökyüzü yok, karşı sıradağlar, sabah dumanı tüten binalar yok. Yanı başımdan insanlar, ışıksız otomobiller geçiyor hissediyorum ama göremiyorum, duyamıyorum.
Rüzgar sürekli alnımı tokatlıyor ama hiç uğuldamıyor. Bu karmaşanın içerisinde her yer sessiz ve karanlık. Issızlığın ortası bu olsa gerek.
Yanımdan bir adam geçtiğini hissediyorum, adam fötr şapkalı ve uzun siyah pardesülü ama göremiyorum. Zihnimden mi geçiyor, yoksa tam da orada mı anlayamıyorum. Elimi kaldırıyorum tam da ona “ATM’ler nerede beyefendi?” diyecekken dudaklarımı dahi kıpırdatamıyorum.
Artık otele de geri dönemem. Karanlık ve sessizlik oteli bilinmeyen bir geçmişe, geleceğe ya da başka bir boyuta taşıdı. Ayaklarımı dahi oynatamadığım, bastığım hayaletler alemindeki bu bozuk Arnavut kaldırımı benim değiştiremediğim tapusuz merkezim.
***
Stres, kaygı ve korkuyla uyanıyorum. Hala her yer karanlık, ışık geçirmeyen perdeye küfrediyorum. Yanı başımdaki telefonu kavrıyorum, ışığı imdadıma yetişiyor. Daha saatin çalmasına epey zaman var, iki saat sonra Gaziantep uçağına yetişebilmek için evden çıkmalıyım. Gözlerimde rüyadan kalma soğuk gözyaşlarımı siliyorum. Artık uyuyamam. Kalkıp havaalanına gitmek üzere hazırlanıyorum.
***
Yıllardır her ay birkaç kez ülkenin bir köşesinden diğerine yolculuk ederim. Havaalanlarında farklı insanlarla karşılaşırım:
Uykulu işçiler, telaşlı satıcılar, mutsuz cenaze yolcuları, gizemli kuryeler, egosu kabarık iş adamları, kaygılı hastalar, tatile çıkarken şakalaşan genç kızlar, çekingen mülteciler, izne çıkan mutlu veya görünmeye çalışan kaygılı askerler ve hiçbirine benzemeyen yabancı turistler ve de oturma salonunun kuytu köşelerinde benim gibi oturan mahcup, yaşlı mühendisler Bu kez onları seyretmeyeceğim.
***
“Issızlığın Ortasında” 80’lerde ODTÜ yurtlarında okuduğum Mehmet Eroğlu’nun ilk romanı. El feneri ışığında ertesi günkü sınavı hiçe sayarak üst ranzada bitirdiğim roman sonrası uzun süre karşıdaki kafeterya binasının ışıklarına dalıp gitmiştim.
Sonra aşağı inip, bahçedeki bankta, her yağmur sonrası stadyumda bir türlü kapatılamayan DEVRİM yazısını yine boya ile kapatmaya çalışan jandarmayı gülümseyerek seyretmiş, gün doğarken elimdeki romanın son cümlelerini tekrar okumuştum:
“Tuz gölüne inin ufukta iki güneş, (ki o göl yok artık) biri mor çizgide öteki gölün beyazında, ama ikisi de kıpkızıl batıyor. Birden gürültüler susuyor. Issızlığın ortasındayım artık.”
***
Mehmet Eroğlu’nun ikinci romanı, birincisinin devamı Geç Kalmış Ölü’dür. Roman 70’lerin Türkiye’sinde Ankara’dan Gaziantep’e yapılan bir yolculukla başlar.
Hayatım yolculuklarla geçti. Ama 60’ıma merdiven dayamama rağmen yalnız başıma yapmak istediğim iki yolculuğu henüz yapamadım. Biri Eroğlu’nun romanındaki Türkiye seyahati, diğeri ise Arjantinli tıp öğrencisi Ernesto henüz Che Guevara olmadan önce yaptığı uzun Latin Amerika yolculuğu (Motosiklet Günlükleri) Bunlar benim derinlerimde bir şeyler keşfetmeyi umduğum iç yolculuklar olacaktı.
Şimdi yine bir gün doğumu, işin trajikomik yanı, birazdan bu masadan kalkıp Gaziantep’e uçacağım. Mehmet Eroğlu’nun romanı okuyalı 40 yıla yaklaşmış, romanın iki kahramanı Ayhan ve Zafer aklımdan hiç çıkmamış. Bir de karanlıktaki fötr şapkalı adam.
7 Ekim 22, İstanbul Havalimanı