İNCİNSEN DE İNCİTME
13.Yüzyılın ortalarında Baba İlyas, Türkmen boylarını arkasına almış, ona destek veren diğer Anadolu halkları ile Selçuklu’nun katı kanunlarına isyan etmişti. Konya tedirgindi, ürkmüştü. Yüzyılı aşkın süregelen saltanat çatırdamaya başlamıştı. Dirlik ve eşitlik için İlyas’ın önderliğinde büyük direniş başlamıştı.
Selçuklu zulmünden yılmış Anadolu halkı ayağa kalkmış, sırasıyla Adıyaman, Gerger, Kahta ve Malatya’ya ulaşmıştı ayaklanan topluluk. Her ulaşılan yerde kalabalıklar kadın, erkek, çocuk hep birlikte ilerliyorlardı. Malatya’da, Elbistan’da, Sivas’ta, Amasya’da, Kayseri’de Selçuklu orduları bozguna uğratıldı. Babailerin Konya’ya gireceğinden korkan sultan, sarayını terk edip kaçarken, tüm mal varlığı ile seferber ettiği Selçuklu orduları Malya Ormanı’ndaki Babaileri ateşe verip binlerce kişiyi yaktılar, yangından kurtulan 4.000 kişi kılıçtan geçirerek ayaklanmaya son verdiler. Malya ormanı çöle dönmüş, yüzyıllarca bir tek ot dahi bitmemişti kıraç topraklarda.
Babai ayaklanmasını bastıran Anadolu Selçuklu Devleti, kendi halkı ile yaptığı bu savaştan sonunda galip çıkmıştı ama, bu yıpratıcı dönem devletin çöküşüne neden olmuştu.
Katı ve karanlık kış günlerinden sonra Orta Anadolu’da bahar başkadır. Hiç yeşermeyeceğini düşündüğünüz kurak alanlar birdenbire yeşerir, sonra birdenbire tarlaları gelincikler kaplar.
İşte tam o umudun kaybolduğu buruk bahar günlerde, bir güvercin güneşin doğduğu uzak ülkelerden uzun bir yolculuk sonrası Kapadokya yaylalarına süzüldü. Malya Ovası’nın üzerinden geçerken alçaldı, can kardeşleri için sessizce ağladı, ağladı. Sonra yükseldi, daha uzaklara kanat çırptı, gelincik tarlaları üzerinden geçerek yüksek bir tepedeki delikli kayanın üzerine kondu. Akşam oldu, üşüdü, kayanın içindeki oyuğa sığındı. Sabah gün ışığı içeri süzüldüğünde başını kayadan çıkardı. Yüzüne Çilehane’nin sert rüzgarı vurdu, dağların ardından gülümseyen güneşi gördü. Kayanın içindeki oyuktan çıkan güvercin değil, Hacı Bektaşi Veli idi. Yaşamının sonuna dek bu ülkeden hiç ayrılmadı.
Acı, keder, korku, kin hepsi yüzlerine sinmişti insanların. Güvercin kılığında gelen genç adam, Tanrı’nın ışığını getirmişti yılgın Anadolu halkları için. Yüzyıllar sonra Sait Faik’in söyleyeceği gibi bir insanı sevmekle başlamıştı her şey. Onlara ‘Düşmanlarınızın dahi insan olduğunu unutmayın’ demişti.
O geldikten sonra Kapadokya insanları, birbirinin yüzüne baktığında Tanrı’yı gördüler ve dehşete kapıldılar. Bu yeryüzü, bu evren, insanlar, canlılar her şey Tanrı’nın bir parçasıydı. Sevgiyle bağlandılar, insanları ve bütün canlıları daha çok sevdiler.
Sevgi ve dostluk Anadolu Yarımada’sının tam da orta noktasından dört bir yana yayılıyordu. Oysa ki henüz birkaç yıl önce tarihin en dehşetli günleri yaşanmıştı bu topraklarda. Artık korkunun yerini sevgi, düşmanlığın yerini dostluk almıştı. Ona göre tanrının mekanı çok uzaklarda değil, insanın yüreğindeydi.
Beyaz güvercin, uzak ülkelerden getirdiği, kuru bir dalı bırakmıştı kadim Hitit ve Frigya topraklarına. Dal filizlendi, yeşerdi, kocaman bir dut ağacı oldu. Yüzyıllar boyu zaman zaman bu ülke yine yangın yeri oldu, her şey kül oldu. 750 yıldır bu ağaç yine her bahar yeşeriyor, çocuklar meyvelerini yiyor. Varlığı ile umut ve hayat vermeye devam ediyor.
Beden onun için bir kafesti ve özgür olan ruhtu. Yıllar önce, Rum Ülkesine bir güvercin misali nasıl gelmişse, öylece bilinmez diyarlara uçtu, gitti. Geriye öyle bir ışıklı iz bıraktı ki Kapadokya diyarına, 19. ve 20. yüzyılın ütopya yazarları bile henüz onu kurgulayamadı.
Mayıs 2016, Kürşat Başdemir