Geçenlerde “İçimizdeki Şeytan” tekrar elime geçti ve yıllar önce yarım bıraktığım kitabı bir solukta okudum.
Yazarın iki büyük romanının (ki birisi uzun öykü sayılır) gölgesinde kalan bu roman, yazıldığı dönemde ve sonrasında da bence oldukça haksızlığa uğramış.
Dönemin sağ “münevverlerini” (burada entel demek daha doğru, ki bu terim aşağılamak amaçlı genellikle sol entelijansya için kullanılır) öfkeden delirten bu roman, bu yönü ile tanındığından edebi açıdan fazla değer görmemişti.
İnsanlar Nihal Atsız’ın açtığı ve kazandığı dava, romanda farklı isimlere bürünen Necip Fazıl, Peyami Safa ve diğerlerinin aşağılanması üzerine yoğunlaşmıştı. Bu acımasız “kral(lar) çıplak” yaklaşımı sol okuru ve eleştirmeni bile rahatsız etmiş, karakterlerin klişe olması öne çıkarılmıştı.
Bugün anlıyorum ki, hiç de öyle değil!
Bir kere, Sabahattin Ali romanın başından sonuna en çok kendini eleştirmiş ve en çok kendi ile acımasızca hesaplaşmıştır.
Yukarıda anlatılan eleştiriyel yaklaşımın dışına çıkıldığında, yazarın henüz otuzyedi yaşında iken yazdığı bu uzun aşk hikayesi bende zaman zaman sanki bir Dostoyevski romanı içindeymişim hissini uyandırdı.
İç hesaplaşmalar ve kavgalar öylesine derin bir bakış açısıyla anlatılmış ki, Ömer ve Bedri olarak iki ayrı kişilikte karşımıza çıkan yazar hiçbir şekilde kendisini gizlenme yeltenmemiş, dönemin sağ aydınlarını da bütün çıplaklığı ile ortaya koyarken cesaretini korumuş.
Aldığı bütün eleştirilere rağmen “İçimizdeki Şeytan” bir gün gerçek değerini bulacak. Türkiye okuru 60’larda Kuyucaklı Yusuf’u, milenyumun başında Kürk Mantolu Madonna’yı keşfetti. Bu roman da eminim bir gün keşfedilecek.
Derin devleti yönlendiren karanlık güçlerinin genç yaşta katlettiği Türk edebiyatının bana göre tartışmasız en büyük romancısının ardından neler kaybettiğimizi bir kez daha üzülerek anladım.