EFES’TE DEPREM
Sıcak bir yaz gecesiydi; Kos adasından henüz birkaç gün önce getirttiğim, birkaç rulodan oluşan Hippokrat koleksiyonuna ait bir parçayı inceliyordum. Artık eskisi gibi göremediğim için kolay okuyamasam da, tüm Efes’nin zifiri karanlığa büründüğü geç vakitlerde sadece benim kandilim yanardı. Pencerenin önüne yürüdüm, gecenin sessizliğinde limanda zayıf bir ışık dışında her şey hareketsiz yeni günü bekliyordu. Geri dönüp masama oturdum; rulolardan birini tekrar çevirmeye başladım. Oysa genellikle geceleri papirüs yerine, daha açık renkli parşömene yazılı eserleri okumayı tercih ederdim. Elimdeki kahverengi papirüsü loş ışıkta okumakta oldukça güçlük çekiyordum.
Kente ilk geldiği günü hatırladım. Yıllardır yaşadığım bu kentten bir çok kez dünyanın çeşitli ülkelerine yaptığım yolculuklar sonrası, yine buraya dönmüştüm. Ne var ki, bu koskoca kentte kendimi yapayalnız hissederdim; üstelik kentte beni çok seven birçok dostlarım olduğu halde. Roma dünyasının sınırları içerisinde görmediğim ülke kalmamıştı. Yeni insanlar tanımış, birçoğu ile tekrar karşılaşmış ve kalıcı arkadaşlıklar kurmuştum. Bulunduğum kentlerde bir çok kadınla birlikte olmuştum ama hiç evlenmemiştim. Küçükken yanıma aldığım bir köle kıza Khryseis adını vermiş ve onu özgür bir insan gibi büyütmüştüm. Onunla birlikte geçirdiğim yıllar boyunca bildiğim her şeyi büyük bir zevkle ona aktarmıştım. Khryseis genç bir kızken, yardımcılarından biri ile evlenip evden taşındığında kimseye belli etmeden arkasından içimi çeke çeke ağlamıştım.
Yıllar önce, Artemis tapınağına giderken karşılaştığım Mısırlı prensesi düşündüm; onu hiç unutmamıştım. Yaşlanmama ve asam ile zorlanarak yürümeme karşın, zaman zaman kentte gezerken prensesin Efes’te ana caddelerinden birindeki sekiz köşeli kapalı bir celladan oluşan anıt mezarına kırlardan topladığım mavi ve mor renkli çançiçeklerini bırakırım. Beni etkileyen kadının kraliçe mi, yoksa onun öldürttüğü genç kardeşi mi olduğunu hiçbir zaman bilemedim.
Birden martıların çığlıkları ile irkildim; tekrar pencerenin önüne geldim. Birkaç martının çığlığına yüzlercesi karşılık veriyor, çığlıklar geceyi yırtarak kentin yüksek binalarından yankılanıyordu. Sonra at kişnemeleri ve köpek havlamalarını duydum. Ansızın şiddetli bir yersarsıntısı başladı; yeraltından gelen korkunç bir ses homurdanarak yer kabuğunu sarsıyordu. Duvarlar çatırdamaya başlamıştı. Panik içindeydim; bu uğultulular ancak tanrıçanın öfkeli sesi olabilirdi: Efesliler sonunda tanrıçayı kızdırmışlardı. Sarsıntılarla birlikte insan çığlıkları da gecikmedi. Duvarlardan çatırtılar duyuluyor, yeraltından gelen öfkeli homurtular bir türlü dinmiyordu. Halk, “Ulu Artemis! Bizi koru, Ulu Artemis çocuklarımızı bize bağışla!” diye tanrıçaya yakararak açık alanlara kaçışıyor, bazıları da limandaki gemilere ve kutsal Artemision’a bir an önce ulaşabilmek için toz bulutları ve alevler arasında bütün güçleriyle panik içinde koşuyorlardı. Yıllar önce İskenderiye’de gördüğüm bir düşteki gibi eylemsizce sarsıntının durmasını bekliyordum. Ksanthos gibi bu kentin de sonunun geldiğini düşündüm. Evden dışarıya hiç çıkmamam gerektiğini düşünürken sarsıntı henüz bitmemişti. Sonra, bu kararımdan vazgeçtim; duvarlara tutuna tutuna avluya, oradan da sokağa çıktım. Tapınakların bir çoğu ve yüzlerce ev yıkılmıştı. Sokaklarda yaralı insanlar ağlıyor, tanrıçaya yakarıyorlardı. Sadece bir adam suskun, kucağında kafası parçalanmış küçük bir çocukla boş gözlerle bakıyordu.
Birazdan sarsıntı tekrar başladı; bu kez evlerine geri dönen ve enkaz altından yakınlarını kurtarmaya çalışan insanlar gafil avlanmışlardı. Binlerce ölü vardı; evlerin ve tapınakların çoğu yıkılmıştı. Caddeler ve sokaklar yaralılarla doluydu.
Karanlıkta tek başına ağlayan küçük bir kız çocuğunu gördüğümde asamı yere attım; çocuğu kucağıma aldım ve yaşlı bedenimi sonuna kadar zorlayarak, kutsal yoldan Artemis tapınağına yürüdüm. Kutsal alana vardığımda tapınağın sapasağlam ayakta durduğunu görünce biraz olsun rahatladım. Efes’te herkes tapınağa sığınmıştı. Kutsal topraklar tarihinin en kalabalık günlerinden birini yaşıyordu. Tapınağın önüne geldiklerinde gözleri ağlamaktan şişmiş genç bir kadın tapınağın önündeki kalabalıktan koptu; koşarak yanıma geldi ve kucağımdaki çocuğa sarıldı. Kadın hem hıçkıra hıçkıra ağlıyor, hem de gülüyordu.
Gözlerim kutsal alana sığınanlar arasında Khryseis’i aradı; geç kız beni gördüğünde çocuklarını yere bırakıp, koşarak yanıma geldi ve boynuma sarıldı. O gece sabaha kadar sarsıntı hiç dinmedi. Tapınağın bahçesinde toplanan binlerce Efeslinin duaları tanrıçanın öfkesini dindiremedi.
Her zamankinin aksine, o gece gökyüzü aydınlıktı. Yorgundum, çimenlerin üzerine uzandım, uykuya daldım. Düşümde yıllar önce Pergamon’dan dönüşümde, Elaia kenti yakınlarında azat ettiğim beyaz atı gördüm; dörtnala bir uçurumun kenarında koşuyordu. Uçarcasına ilerlerken yılkı atları arkasından ona yetişmeye çalışıyordu. Atlardan bazıları dengelerini kaybedip uçuruma düşüyor, diğerleri düşenlere aldırmadan beyaz atı takip ediyordu. Ben, Likya’da sarp bir dağın yüksek yamacında lahdimin kapağını aralayıp içine girerken, beyaz at zamanın tersine, dörtnala tanrısal bir sırrı aramakla geçirdiğim geçmişime koşuyordu.
Uyandım; kendimi daha huzurlu ve mutlu hissediyordum. Gözlerimi pencereye kaydırdım, yıldızlar hala pırıl pırıldı. Beyaz at beni Ksanthos vadisindeki hiç unutamadığım gençlik yıllarıma götürdü.