CADDE, ÜÇ ÇOCUK VE ISSIZ BİR ADA

Yıllar sonra aynı kaldırımlarda yürüyorum, yabancılaşmış bir geçmiş zamanı hayretle arayarak. Herşey değişmiş, şaşkınım.

Etrafımdakilere bakıyorum, zamana aykırı olan ben miyim, yoksa diğerleri mi?

Yolun tam ortasından geçen bir tren yaklaşıyor ve bütün gençlik anılarımı ezerek, kalanını da rüzgarında sürükleyerek hızla yanımdan geçiyor.

Sanki bu tren yolu bu şehre dair bütün gençliğimi unutturmak için yapılmış koskoca caddenin tam orta yerine.

Bir uçak geçiyor şehrin üzerinden, penceresinden bakan pilot Behçet midir diye düşünüyorum. 

Bir an boş bulunup el sallıyorum uçağa, entarili Deli Naci gibi. 

Arkama dönüp beni kimse gördü mü diye bakıyorum. Şükür sadece gölgem var peşimde.

Karşıdan gelen bebek arabasında mutlu bir bebek gülümsüyor yanımdan geçerden. Arkamı dönüp bakıyorum, o da bütün vücuduyla dönmüş bana bakıyor uzaklaşırken. 

Kırkbeş yıl sonra sağımdan solumdan başka hayatlar geçiyor. Yazık! Aynı zamanda değiliz onlarla.

Parkın önünden geçerken duvara yaslanmış abartılı kahkaha atan gençleri görüyorum. Arkadaşlarımı görmüş gibi seviniyorum. Onlar da bizim gibi akşama kadar tartışıp, alacakaranlıkda ebebeynlerinden azar işitmeyi göze alarak evlerine dağılıyor mudur?

Sonra yine aynı parkın duvarına yaslanmış onüç yaşında üç çocuk beliriyor gözlerimin önünde. 

Kırkbeş yıl önce o gün karar vermişdi o üç çocuk. 

Büyüyünce herbiri evlendikten sonra ıssız bir adada yanyana denize bakan üç evde yaşayacaklardı beraberce. 

Bu çocuklardan biri, en çok hikaye uyduranı, şu çocuklar gibi abartılı kahkaha atanı şimdi başka bir diyarda yaşıyor. 

Uzun beyaz sakalı ve bol giysileri ile Güneydoğu’da bol tanrılı Nemrut Dağı’nın yakınlarındaki bir tarikatın kapısını aşındırıyor. 

Bir diğeri ise hergün sabah kapısını akşam karanlığına kadar açık tuttuğu az ilerideki elektronik mağazasının vitrinden dışarıya bakıyor. 

Birazdan üçüncüsünü görecek ve gözlerinde çocuksu gülümsemesi belirecek.