BENİ HATIRLADIN MI?
İnsanlara akıl fikir dağıtılırken, bana gerekli gereksiz hayatta kullanmayacağım birçok yetenek bahşedilmiş ama bazı konularda ne yazık ki biraz cimrilik yapılmış:
Yüz tanıma hafızam oldukça zayıftır. İnsanların simalarını çok çabuk unuturum.
Ne zaman bir markette biri gülümsese veya otobüste biri dik dik baksa yine eski bir dostumu hatırlayamadığımı düşünür,
“Bu kimdi ya?” diye aklımı takarım.
Bazen de böyle bir durumla karşılaşmamak için olur olmaz herkese gülümserim. Eminim bu halim birçok kişinin kafasını bulandırırken, bazılarının zihninde de bir kaç tahtası eksik bir adam izlenimi bırakıyordur.
Özellikle çok mekan değiştirenlerin benim gibi sonradan arayıpta bulamadığı arkadaşları vardır. Bunların ya adları unutulmuştur, ya soyadları, ya da simaları.
Onları sosyal medyada da arayıp bulamazsınız, ortak arkadaşlarınız bile yoktur.
Birgün bunlardan biri ile karşılaşırsanız ve tanıyamazsanız şu üç durumdan biri gerçekleşir:
a. İkiniz de birbirinizi tanımadan es geçersiniz. (Ki, bu mevcut durumlar içinde en iyisidir.)
b. Birbirinizi farkedersiniz ama isim hatırlayamazsanız bakışarak es geçersiniz. (Bu durumda ya karşı taraf da sizin gibi alıktır, ya da gücenmiştir.)
c. Karşı taraf tanımıştır, hararetle sarılır ve samimiyet gösterir. (Ki, bu durum en kötüsüdür, bir süre sonra ismini bile hatırlayamadığınızın farkına varır, gülümseyen yüzü bir anda ekşir, sonra da sizi bir daha hiç arayıp sormaz.)
Bir de aklınızdan çocukluğunuzdan beri hiç çıkmayan arkadaşlarınız vardır ve onları arasanız da hiç bulamazsınız.
Bunlardan bazılarıyla bir tesadüf eseri bir yerlerde karşılaşırsınız veya karşılaştığınızı sanırsınız.
Aşağıda beni çok etkileyen üç ayrı karşılaşmadan bahsedeceğim.
Bu üç arkadaşımla bir daha karşılaşır mıyım bilemiyorum. Bu nedenle izinlerini alamayacağım için isimlerini değiştirdim.
****
DOĞAN
Son yıllarda seyrekte olsa doğduğum kente yolum düşüyor, ya birgün otelde kalıyor, ya da akşam uçağına zaman varsa, çarşıdaki esnaf arkadaşlara veya geçenlerde kaybettiğimiz Selçuk Abi’nin dükkanına uğruyor vakit geçiriyordum.
Ama her seferinde yolumu birazcık uzatıp kale girişinin önünden geçmeyi alışkanlık haline getirdim. Kale girişindeki sevimli Fehmi abinin balıkçı dükkanının yerinde yeller esiyor ama kale içinden yükselen pazarcıların taze sebze kokularına karışan balık kokusu sanki yıllar öncesine ait değilmiş gibi burnumu sızlatır. Bir de yıllardır akşamüstü kale üstünde dans eden kırlangıç sürülerinin dinmeyen toplu cıvıltıları hala kulaklarımda.
Kale kapısından son geçişimde bir köşesinde kaldırımda oturan sevimli bir yaşlı adam gördüm. Kasketini dizlerinin üzerine koymuş, ben yaklaştıkça dikkatle bana bakıyordu.
Elimi cebime attım birkaç saat sonra havaalanı güvenlik kontrollerinde başıma bela olacak bozuk paraları avucuma aldım.
Ona yaklaşırken elimi cebimden çıkarttım, tam kasketine bozuk paraları bırakacaktım ki, göz göze geldiğimizde birden bu yaşlı adamın bir dilenci olamayacağını farkettim.
Karşısında hareketsiz kalakalmıştım. O hala gülümseyerek bana bakıyordu. Şaşkınca çark ederek döndüm yoluma devam ettim.
Bu koyu tenli, yeşil gözlü esmer adamı önceden tanıyor muydum?
Utancımdan parmaklarımın arasında sıktığım bozuk paralar kor bir aleve dönüşmüş avucumu yakıyordu.
Birkaç gün sonra bir geceyarısı uyanıp okuma lambamı yaktığımda en son yarım asır önce gördüğüm çocukluk arkadaşımı sonunda hatırlamıştım.
Hayat onu benden daha çok yıpratmıştı ama gözleri, dudakları, esmer yüzü ve parlak alnı ile bu adam çocukluk arkadaşım sevimli Doğan’dı.
Oturduğumuz apartmanın yanındaki küçük tek katlı evde otururlardı. Evleri hani şu Charlie’nin Çikolata Fabrikası filmindeki gibi derme çatma bir evdi. Soğuk kış günlerinde biz kaloriferli evimizde otururken, onlar çevre inşaatlardan topladıkları atık tahtalar ve kırık meyve kasaları ile ısınmaya çalışırdı.
İlkokul öğretmeni annem okul öncesi Doğan’a ve bana okuma yazma öğretmeye gayret ederdi. Doğan benden evvel okumayı söktüğünden onu kıskandığımı hatırlarım.
Sonra ona armağan ettiğimiz gece lambasını hatırladım. Babam onu Milliyet gazetesinin 29 Ekimde verdiği şeffaf naylondan sert bakışlı bir Atatürk fotoğrafını tahta sana yağ kutusuna yapıştırıp içine de bir ampül koyarak gece lambasına dönüştürmüştü.
Geceleri aydınlanan sert bakışlı Atatürk’ün gözleri korkuturdu beni. Her gece sanki bütün bir günün hesabını sorardı bana Atatürk bakışlarıyla.
Bu duruma fazla dayanamamıştım. Sonunda babam Atatürk’lü gece lambasını Doğan’a hediye ederek beni kurtarmış, Doğan’ı da sevindirmişti.
Birgün Doğan ve ailesi o evden apar topar taşındılar ve kirada oturdukları evleri yıkıldı ve yerine yeni bir apartman diktildi. Taşındıkları o günden beri onu bir daha hiç görmedim.
Arkadaşımı hatırladığım o gece, lambanın loş ışığında Atatürk’ün keskin mavi gözleri yine yarım asır öncesindeki gibi beni yargılıyordu.
Küçük bir çocuk gibi yavaşça yorganı kafama çektim.
***
MELİH
Koridorda ayakta duran kadın, “Beyefendi benim yerime oturmuşsunuz” dedi. Önümdeki sırada oturan kır saçlı adam önce itiraz etti, sonra hostesin uyarısıyla durumun farkına vardı, yerinden kalktı. Kadın pencere kenarına oturdu.
Adam bir kaç kez özür diledikten sonra, kadına havadan sudan sorular sormaya başladı. Birkaç soruya cevap veren kadın sonraki soruları duymazdan geldi.
İçimden “İyi ki benim yanıma oturmadı” diye geçirdim.
Uçak Esenboğa’ya indiğinde ilk önce kır saçlı adam ayaklandı. Arkaya döndüğünde karşımda bardak tabanı gibi gözlüklerin arkasında kocaman heyecanlı iki siyah çocuksu göz vardı.
Yüzüme dik dik bakıyordu. Gözlerimi kaçırdım.
“Beni tanıdınız mı?” dedi,
Tekrar yüzüne baktım,
“Hayır tanıyamadım.” dedim.
“Sizin tek katlı bir eviniz vardı, bahçenizde kocaman bir kurt köpeği vardı”
“H a t ı r l a y a m a d ı m ?”
dedim düşünceli bir ses tonuyla. Kopya ister gibi gözlerine baktım.
Onu tanımamış olmamın üzüntüsüyle yere bakarak, “Oysa ben o eve defalarca gelmiştim” dedi.
Sessizce yüzüne bakıyordum.
Bir şey söylememe zaman bırakmadan hışımla kabin çantasını çekerek aldı ve tekrar yüzüme bakmadan ilerledi.
Aklım karışmıştı, koridorda ilerlerken ve çıkışa kadar bütün yol boyunca düşündüm.
“Kimdi bu adam?”
Dışarı çıktığımda gözlerimi kamaştıran Ankara güneşiyle zihnimde gürültülü bir şangırtı koptu, parlak yepyeni gazoz kapakları havada uçuşuyordu.
Yassı taştan siyah eneğini hatırladım. İleriye baktım, önden inen kır saçlı, bardak gözlüklü adam çoktan kaybolmuştu.
“Melih” diye mırıldandım.
“Seni interette ne çok aramıştım”
***
OZAN
Akşamüzeri okuldan kalkan son otobüse yetiştim, Bahçelievler durağında otobüsten indim. Yaklaşık bir kilometrelik yürüyüş sonrası öğrenci evimize ulaştım.
Apartmandan saz eşliğinde şarkı sesi geliyordu. Kata çıktığımda sesin bizim evden geldiğini farkettim. Kapıyı açtım, içeri girdim.
Genç bir adam Zülfü Livaneli parçaları çalıyor, Dil tarih tiyatro bölümünden kızlı erkekli bir grup da ona sözle eşlik ediyordu. Oysa yasaklı yıllardı ve o dönem, el altından çoğaltılmış Zülfü kasetlerinin üzerine bile Ferdi Tayfur, Orhan Gencebay yazılırdı.
İçeri girdim, sessizce bir köşeye oturdum. Loş ışıkta insanların yüzü yeterince belirgin değildi. Bağlama çalan genç adama dikkatle baktım. Yüzünü seçemesem de çekik gözlerinden ve sesinden tanıdım, bu Ozan’dı. Üstelik herkes ona başka bir isimle hitap ediyordu.
Yüzünde hüzünlü ve yılgın bir ifade vardı, oysa Ozan canlı ve neşeli biriydi. Bir an göz göze geldik, gözlerini indirdi, sazına yoğunlaştı.
Acaba o değil miydi? Emin olamadım. Kimseye de soramadım. Zaten o da beni hatırlamamıştı.
Yedi yıl önce birdenbire ortadan kaybolmuştu Ozan. Edebiyat öğretmeni şakacı babasına sorduğumda hüzünlü bir yüz ifadesi ile “Onu leylekler götürdü” deyip, gülümseyerek gökyüzünü göstermişti.
70’li yıllar hepimizi bir tarafa savurmuştu. Ozan Mamak ceza evinde sol bir örgüt davasından yatarken, en yakın çocukluk arkadaşı Mehmet başka bir sol örgütün kurşunları ile can vermişti.
Ne zaman Ankara’nın doğusuna seyahat etsem, Samsun Asfaltı’nda, Mamak yakınlarında Ahmet Amca’nın sözleri aklıma gelir ve gayri ihtiyari gökyüzüne bakarım, bir leylek var mıdır diye.
***
Yukarıdaki üç arkadaşımdan benim için biri hariç diğer ikisinin belirsizliği hala devam ediyor.
Bu gibi durumlarda kendimi avutmak için sinema yönetmeni Kieslowski’nin şu sözüne sığınırım:
“Sorular, cevaplardan daha soyludur.”
Ya da çocukluğumda defalarca seyrettiğim Indrid Bergmen ve Yul Brynner’ın oynadığı “Anastasia” filminde olduğu gibi bazı şeyler belirsiz kalsaydı sanırım Dünya eski halinden daha iyi olurdu diye düşünürüm.
Geçenlerde Rusya’nın son çarı ile ilgili bir dizi film seyrettim. Dizinin sonunda yıllar sonra yapılan kemik testlerinde Anastasia olduğunu iddia eden kadının aslında çarın küçük kızı olmadığı ortaya çıkmış.
Acımasız zaman herşeyi er geç günün birinde bütün çıplaklığı ile ortaya koyuyor. Sabırlı olmak lazım ama bazen insan ömrü sabırdan kısa kalıyor ve sabır zamana yetişemiyor.
Şu an bir kafede bu son satırları yazarken yakınımdaki hoparlörden gelen vokalist zamane kızının sesi Cem Adrian’ın 5 oktavlık güçlü sesini zamana inat bastırıyor:
“Çoktan unuturdum ben seni çoktan,
Ah bu şarkıların gözü kör olsun.”