ANAHTAR VE SİHİRLİ TAS
Tavan arasında tozlu tahta bavulun dibinde eski anahtarı buldum. Köydeki taş evi ter kederken avludaki dut ağacının dalından aşırmıştım onu anı olsun diye.
Anahtarın yanında kararmış bir hamam tası, tasın her tarafında eski dilde yazılmış dualar.
Anahtar ve tas.
Bilinmeyen çok uzak bir geçmişten kalan iki gizemli parça. Bunları 30 yıl boyunca hep taşıdım yanımda. Benimle birlikte ev ev gezdiler. Kütüphanemin bir köşesinde tas kararmaya devam etti, anahtar biraz daha paslandı. Elime her aldığımda anahtar da ağırlaştı, tas da.
Hep düşündüm ağarlaşan bu yükü daha ne kadar taşıyabilirdim. Tasın üzerinde yazılanlar ne anlama geliyordu. Anahtarın ve tasın gizemli sırrı çözülmedekçe beynimdeki ağırlıkları daha daha büyüyordu.
Salgın günlerinde aldım tası elime. Eski yazıları sabırla bir kağıda aktardım. Günlerce uğraştım tasın yazılardan oluşan birebir modelini noktasını bile atlamadan kağıda aktardım.
Şimdi birini bulmalıydım yazıyı okuyabilecek.
Sımsıkı tutuyorum. Ama ne yazık ki ruhumun ve bedenimin gittiği yerlerde denediğim hiçbir kilidi açmıyor…
Elimdeki kilidi yavaşça mavi Ege’nin derin sularına bırakıyorum. Kilit ağır çekimde derinliklerde kayboluyor. Tam dibe eriştiğinde ruhumda önce bir bulanıklık hissediyorum, sonra her şey süt liman. Kalbimin derinliklerinden metalik bir tıkırtı geliyor. Çevreme bakıyorum benden başka kimse duymuyor.
Uyanıyorum.
Derin bir nefes alıyorum.
Nihayet kilit açıldı.
Gözlerimin önünde genç bir köylü gelin var. Çeşme başında tastan kana kana su içiyor. Göz göze geliyoruz utanıyor.
Anneannem bir bilge kadın gibi (ya da bir büyücü gibi) gülümsüyor.
“Yakında bebesi olacak bu küçük gelinin” diyor, belinde asılı anahtarı bilmiş bilmiş sallayarak.