YAZAN :
SAMUEL TAYLOR COLERIDGE – 1798
İLLÜSTRASYON :
GUSTAVE DORE – 1875
DÜZYAZIYA ÇEVİREN :
KÜRŞAT BAŞDEMİR – 2016
ÖNSÖZ
İngiliz Edebiyatının, en güzel şiirlerinden biri olarak kabul edilen Yaşlı Denizcinin Ezgisi, baladlarda kullanılan teknik ve arkaik bir dille yazılmıştır. Coleridge’nin dipsiz hayal gücü bu uzun şiir boyunda akar gider.
Yaşlı denizcinin cezası, geçmişte yaptığı bir hatadan dolayı ömür boyu ıstırap çekmektir. Okyanusun ortasında yapayalnız acı dolu bir çaresizliği yaşamıştır. Albatrosu vurduğunda doğa ondan intikamını ağır biçimde alacaktır.
Hayalet Gemi yaklaştığında denizcinin kaderi, üzerinde yapılan pazarlıklar sonucu atılan bir zarla belli olur. Ölmek yerine, yaşayan bir ölü olmaya mahkum edilmiştir ki, bu cezaların en ağırıdır.
Yaşlı Denizci acı deneyimini aktarırken maddi dünya ve ruhani dünyanın uyumundan bahseder. Ona göre Tanrıya ulaşmak, maddi dünyada yaşayan bütün varlıkları ayırt etmeden sevmek ve onlara saygı duymakla mümkündür.
Elizabeth dönemi balatlardan ilham alınarak oluşturulan bu derin ezgiyi Türkçeye şiir olarak çevirmek anlam bütünlüğü açısından oldukça zordur. Ama yine de oldukça başarılı örnekleri vardır.
Orijinal metne sadık kalarak lirik anlatımlı düzyazı olarak çevirmenin okuyucu açısından daha uygun olacağı kanısına vardım. Umarım beğenirsiniz.
1. BÖLÜM
Bir düğüne gitmekte olan üç genç adamın önüne birdenbire yaşlı bir denizci çıkar ve içlerinden birinin yolunu keser. Genç adam, “O uzun beyaz sakalın ve kor gibi gözlerinle neden kestin yolumu be adam” deyince,
“Düğün evinin kapıları sonuna kadar açılmış, konuklar toplanmış, masalar donanmış. Dinlesene genç adam içerisi neşeyle çınlıyor, lakin damadın yoktur benden başka kimsesi.” der yaşlı adam.
Çelimsiz elleri genç adamı sararken, yutkunarak, “Bir gemi vardı.” der, ama genç adam silkinir ve kurtarır kendini.
“Dur bakalım. Bırak yakamı be sakallı kaçık!” demesine kalmadan bu kez sıska elleriyle güçle yeniden kavrar gencin elini.
Kora dönüşmüş gözleri genç adamı yüreğinden yakalar, Düğün davetlisi adamcağız öylesine kalır olduğu yerde. Küçük bir çocuk gibi denizcinin masalını dinlemeye razı olur. Denizci istediğini almıştır.
Genç adam öylesine bir taşın üstüne çöküverir. Artık yaşlı denizcinin masalını dinlemekten başkaca bir çaresi kalmamıştır. Parlayan gözleriyle yaşlı adam anlatmaya başlar;
“Coşkulu bir neşeyle uğurlanmıştık rıhtımdan yola çıktığımızda. Mutlulukla güzel ve hafif rüzgarlı bir günde yola düştüğümüzde kilise, deniz feneri ve tepelerin ardındaydık artık.
Sol yanımızda denizin içinden hızla yükselen güneş sağ yanımızdaki denizlere doğru yol aldı.
Yükseldi, yükseldi ve her gün tırmanarak yükseldi.”
Denizci anlatır, düğün davetlisi genç adam kulağına müzik sesleri geldiğinde göğsünü döver.
Bir gül gibidir gelin ortalığa çıktığında. Önünde neşeli ozanlar yürürler, başlarını ileri geri sallayarak.
Genç adam yine göğsünü döver, ama artık yaşlı adamı dinlemekten başka bir çaresi kalmamıştır. Tepesinde duran yaşlı denizci kor gibi yanan gözleriyle devam eder;
“Ve sonra zalim ve güçlü kara bir fırtına çıkageldi. Hızlı kanatlarıyla çarpa çarpa güneye doğru kovaladı gemimizi.
Sarkan yelken direklerimiz ve batan pruvamızla kaçıyorduk. Fırtına amansızca haykırarak, çarparak kovalıyordu bizi. Düşmanının soluğunu ensesinde hisseden gemimiz kükreyen mükemmel rüzgarın önünde, hiç başını kaldırmadan koşan biri gibi, hızla güneye kaçıyordu.
Ve ardından sis ve kar birlikte bastırdı. Şaşılası bir ayaz vardı. Yelken direği boyundaki buz dağları ağır ağır kayarak geçerken önümüzden,bir zümrüt kadar yemyeşildiler.
Bembeyaz dağların ardındaki karlar kasvetli bir ışıltı gönderdi. Ne bir insan, ne de hayvan görünüyordu, sadece buzdan bir ıssızlığın ortasındaydık.
Orada, burada ama her yerde buzlar vardı. Çatırdıyor, hırlıyor, kükrüyor ve inliyorlardı. Bir cinnetin sesleriydi bunlar.
Sonunda sislerin arasından süzülen bir Albatros beliriverdi. Bir hristiyan ruhu gelmiş gibi sevgiyle, mutlulukla hep birlikte onu selamladık.
Albatros, yemediği kadar yemek yedi ve tepemizde durmadan uçtu, uçtu. Derken kaskatı bir buz kütlesianiden gelen bir yıldırımla çatırdadı. Fırsatı yakalayan dümenci bizi o yarıktan geçiriverdi.
Arkasından güzelim güney rüzgarı çıktı ve terk ettik oraları. Albatros gemimizi takip etti. Her yeni günde oyun için, yemek için denizcilerin çağrısına geldi.
Bazen siste, bazen bulutta, ya yelkenlerin ya da direğin üstündeydi. Tam dokuz gece boyunca geldi gemimize. Her gece, beyaz sislerin içindeyken gri, mehtabın ışığında ise ışıl ışıldı.”
“Eski çağların denizcisi, tanrı seni korusun! Her yanın titriyor, hangi şeytan sana bu azabı çektiriyor? Neden bakışların bir garip?” diye sorar davetli.
Yaşlı denizci devam eder;
“Yayımı gerdim ve Albatrosun canını aldım…”
2. BÖLÜM :
“Denizin içinden beliriveren güneş, sağ taraftan yükseldi, sislerin ardında saklanarak sol yanımızdan yine denize doğru alçaldı.
Arkamızdan yorulmadan,, inatla güzel güney rüzgarı bizi kovalıyordu. Gemi hiç durmadı.
Ama ne yazık ki, artık o tatlı kuş izlemiyordu bizi. Hiçbir gün ne yemek için, ne de oyun için gelmedi denizcilerin çağrısına.
Cehennemlik bir şey yapmıştım. Denizcilere göre bu onları acılara sürükleyecekti. Dedikleri gibi Albatrosu ben öldürdüm.
“Alçak! Nasıl, nasıl da katlettin o kuşu. Oysa, güney rüzgarını estiren oydu.”
Muhteşem güneş bir tanrı başı gibi gökyüzüne yükseldi. Ne sisliydi ne de kızıl. Hep bir ağızdan bana dediler ki, “Albatrosu sen öldürdün. Ama sen haklıydın o getirmişti sisi ve bulutu, ölünce dağılıp gittiler. Doğruydu yaptığın”
Evet o getirmişti sisi ve bulutu, ben haklıydım.
Güzel bir esinti vardı. Denizin üstünde beyaz köpükler uçuşuyordu. Gemi özgürce köpüklerin açtığı izi takip ediyordu. Kükreyen gemimizden başka her şey sessiz ve sakindi.
Sıcaktı öğle vakti, bakır renkli gökyüzündeki kanlı güneş yelken direğinin tam tepesine geldiğinde ayın cüssesi kadar büyüktü.
Günler günleri takip etti. Gün be gün denizin ortasında kalakaldık. Ne bir kıpırdama, ne de bir esinti vardı.
Düz boyalı koskoca bir okyanusun ortasında, sakin duran bir gemi resmi gibi kıpırdamadan duruyorduk.
Her yerde su, su ve su… Her yerde su vardı. Ama bütün tahtalar kurudu ve ne yazık ki içecek bir damla su yoktu…
O an, inanılmaz bir şey oldu.
Tanrım! Bunları da mı görecektim!
Deniz çürüdü… Balçık gibi suların üstünde balçık gibi bir şeyler yürüyordu. Deniz bir cadı kazanı gibi kaynıyordu. İçinde mavi, beyaz ve yeşil hep birlikte yanıyordu.
Bazı denizciler bize eziyet eden bir ruh görmüştü rüyalarında. Bizi, ta sisler ve bulutlar diyarından beri dokuz kulaç derinden takip ediyordu.
Dillerimiz kökünden kurudu, konuşamıyorduk. Sanki boğulmuş gibiydik.
Genci, yaşlısı hepsi kötü bakıyordu bana. Öfkelendiler, sövdüler.
Boynuma haç yerine ölü Albatros kuşunu astılar…
3. BÖLÜM
Böylece geldi geçti dermansız günler. Boğazımız kurudu, gözlerimizin feri söndü.
Yorgun ve bitkin gözlerimizle bakarken çok uzaklara, ufukta küçücük bir nokta göründü, sonra bu nokta sisten bir dumana dönüştü.
Süzülerek yaklaştı, bu, bu bildiğim, tanıdığım bir şeydi.
Önce bir nokta, sonra bir sis sonra da bildiğim bir şekil. İşte şimdi onu görüyordum.
Ve sonra daha da yakına geldi. Ansızın yan yatıp, yön değiştiriyordu Bir su perisinden kaçıyormuş gibi bir hali vardı.
Kupkuru boğazlarımızla, kurumuş, kapkara dudaklarımızla ne gülümseyebiliyor ne de feryat edebiliyorduk. Susuzluktan sesimiz de, soluğumuz da kesilmişti.
“Bir yelkenli!” dedim, “Bu bir yelkenli”
Duydular benim feryadımı, Şükrettiler, çatlamış dudaklarıyla gülümsediler. Derin bir nefes alırken, sanki kana kana su içiyorlardı.
“Bakın bakın’ diye bağırdım. ‘Gemi dosdoğru üzerimize geliyor!”
Günlerdir sakin ve durdun denizde hızla üzerimize geliyordu gemi.
Parlayan güneşin önündeki dalgalar alev alevdi, gün batımında bu garip gemi güneşle aramızdaydı.
O anda Güneş, alevli ve geniş siluetiyle zindanda, demir parmaklıkların arasından bakar gibiydi.
Nasılda geliyordu üzerimize. Bu güneşin önünde örümcek ağları gibi dalgalanan yelkenleri miydi acaba?
Mazgalların arasından mı, yoksa geminin kaburgalarından mı sızıyordu güneş? Sadece bu kadın mıdır bütün mürettebatı geminin, yoksa, yoksa öbürü de ölüm mü? Hepsi bu kadar mı? Ölüm bu kadının eşi midir?
Kadının dudakları kırmızı, bakışları özgürdü. Saçlarındaki perçemler ise altın sarısıydı. Teni bir cüzzamlınınki kadar bembeyazdı. Soğuktan insanın kanını donduran hayatın içindeki ölümdü o.
İki gemi yan yana geldiğinde, yere bir zar attıklarını gördüm. “Oyun bitti, ben kazandım!” dedi kadın. Ardından üç kez ıslık çaldı.
Güneş dalarken denize çeperlerinden yıldızlar gökyüzüne uçuşuyordu. Karanlık çöktüğünde uzaklardan gelen fısıltılarla hayalet gemi hızla hareket etti.
Dehşetle dinledik ve yan gözle bakakaldık. Sanki bir kaseye hayat kanımız akıyordu.
Gece koyulaşıyor, yıldızlar kararıyordu. Lambanın ışığında dümencinin yüzü bembeyazdı. Yelkenlerden damla damla çiğ düşüyordu. Çifte boynuzlu ayın alt ucunda parlak bir yıldız beliriverdi.
Yıldız ve kancalı ayın ışığı altında homurdanmaya ve iç çekmeye fırsat kalmadan gemidekiler, hepsi birden gözleriyle lanet okuyor, feci bir ıstırapla bana bakıyorlardu.
Sonra, denizciler birbirinin ardı sıra güvertede cansız yere düşüyordu.
Bedenlerinden kanatlanan ruhları belki sevince, belki de kedere uçuyordu. Her ruh, yanımdan geçerken duyduğum ses, sanki okun yaydan vızlaması gibiydi.”
4. BÖLÜM :
Düğün davetlisi genç adam korkmuştur, “Senden ürküyorum, yaşlı denizci, sıska ellerinden ürküyorum. Uzun, ince ve esmer bedenin aynı denizin dibindeki kumun tümsekleri gibi. Kor gözlerin korkutuyor beni!”
“Sakın korkma düğün davetlisi, gördüğün bu gövde daha düşüp ölmedi.
Issız denizin ortasında yapayalnız kalmıştım. Bir tek kutsal azize bile acımamıştı benim kederli soluğuma.
Onca güzel insan hepsi cansız yerde yatıyordu. Sadece benim canım bedenimden ayrılmamıştı. Benim gibi binlerce balçık içinde yaşayan varlık vardı.
Çürüyen denizden gözlerimi güverteye çevirdim, işte oradalar! Ölüler her yerde!
Başımı kaldırdım, gökyüzüne baktım, dua etmek için. Fakat bedhah bir inilti bir toz zerresi gibi yüreğimi kuruttu.
Gözlerimi kapattım, nabzım gibi atıyorlardı. Gök ve deniz yorgun gözlerime bir yük gibi çöküyordu. Ölülerse hala ayaklarımın altındaydılar.
Cesetlerin kollarındaki ve bacaklarındaki soğuk terler eridi. Ne kokmuş, ne de çürümüşlerdi. Gözlerindeki o son bakışlar ise hiç bir zaman değişmedi.
Derlerdi ki, sadece bir yetimin laneti dahi yüce bir ruhu Cehenneme gönderebilirmiş. İşte bundan daha da kötüsü o ölülerin yüzündeki lanetti. Tam yedi gün yedi gece laneti gördüm gözlerinde. Ama buna rağmen kurtulamadım canımdan.
Yerinde sakin duran ay gökyüzüne tırmanırken yanında bir-iki yıldız ona refakat ediyordu.
Ayın ışığı Nisan ayındaki kırağı gibi asık suratlı denize vuruyordu. Geminin gölgesindeki sır dolu su ise, durgun ve korkunç kızıllığı ile sürekli yanıyordu.
Geminin gölgesinde oynaşan su yılanlarını seyrettim. Parıldayan beyazlığı takip ederken şahlanıyor, perimsi ışıkları kıvılcımlar gibi saçılıyordu.
Geminin gölgesinde o alımlı giysilerini seyrettim. Mavi, saten yeşil ve siyah kadifemsi kıvrılarak yüzüyorlardı. Denizdeki izleri altından bir alev gibiydi.
Dünyanın hiçbir dil anlatamazdı onların güzelliklerini. Yüreğimden bir aşk pınarı fışkırırken farkında bile olmadan kutsadım onları. Belli ki, koruyucu azizim bana merhamet etmişti.
İşte o an dua edebildim. Hafifleyen boynumdaki Albatros düştü ve kayboldu suların derinliklerinde.
5. BÖLÜM:
Uyku… ne tatlı, ne okşayıcı bir şeymiş. Dünyada onu sevmeyen yoktur. Şükürler olsun ki, Meryem Ana bana cennetten uykuyu gönderdi. Ruhuma sızan uyku acıyı ve kederi örtüverdi.
Güvertedeki boş kovaları gördüm düşümde. Ne kadar da uzun zamandır duruyorlardı öylesine. İçlerine çiğ doluyordu. Uyandım, yağmur yağıyordu.
Dudaklarım ıslak, boğazım soğuktu. Üstüm başım sırılsıklamdı. Belki de, belki de su içmiştim düşümde! Ve de hala suya doymamıştım.
Kıpırdadım, ancak ne kolumu, ne de bacağımı kavrayabildim. Ne kadar da hafiftim. Anladım ki uykuda ölmüştüm ve şimdi, kutsanmış bir hayalettim.
Sonra kükreyen rüzgarı işittim, yakınlarda değildi nefesi. Yine de incelmiş kurumuş yelkenleri güçlü sesiyle titretti.
Hava birdenbire değişti. Yüzlerce alev alev ışıltı bir bayrak gibi sağa sola savruldu. Solgun yıldızlar aralarında dans ediyorlardı.
Esen rüzgar daha da gürleyince,sazlık kamışları gibi yelkenler içlerini çekti. Kara bulut yağmurunu boşaltırken,ay sanki onun sırtındaydı.
Kara bulut yarılmıştı, ay ise onun yanı başındaydı. Sarp kayalardan fışkıran sular gibi şimşekler çakıyordu. Sanki gökyüzünden dik ve geniş bir ırmak yeryüzüne akıyordu.
Kükreyen rüzgar gemiye hiç ulaşamadı. Fakat yine de gemi hareket etti. Şimşeğin ve mehtabın altında,gemideki ölmüş denizciler yavaş yavaş inlemeye başladı.
İnleyen, kıpırdayan ölüler hepsi birden ayaklandılar. Ne konuştular, ne de gözlerini kıpırdattılar. Bunca ölünün dirildiği rüyalarda bile görülemez.
Dümenci çevirince dümeni, gemi yol aldı. Rüzgar esmiyordu ama yine de, denizciler halatlara asıldılar, cansız aletler gibi kollarını kaldırdılar. Sanki hayaletlerden oluşan bir güruhtular. Hiç bir yerde görülmemiştir böyle korkunç tayfalar.
Yanımda duruyordu yeni dirilen, kardeşimin oğlu. Oda kalktı ve beraberce aynı halata asıldık. Sustu, hiçbir şey söylemedi.”
“Senden ürküyorum Denizci!”
“Sakin ol düğün davetlisi, Acıyla kanatlanan ruhlar değildi cesetlere gelen, kutsanmış ruhlardı onlar.”
Tan ağarınca halatları bıraktılar, yelken direğinin çevresinde toplandılar. Tatlı sevimli şarkılarla bedenlerini terk edip uçtular.
Etrafımda uçuşan tatlı sesler güneşe doğru hızla yükseldiler. Sonra bazen birlikte, bazen peş peşe yavaşça geri döndüler.
Göklerden bir su damlası gibi gelen gece kuşunun şakıması kulağıma ilişti. O, küçücük kuşların tatlı cıvıltıları nasılda dolduruyordu suyu ve havayı?
Cıvıltıları bazen bütün çalgıların sesiydi, bazense tek başına, yalnız bir flütün sesi. Sonra, bir meleğin tiz sesi gökyüzünü ve yeri sessizliğe mahkum etmişti.
Kısa süren bir sessizlik sonrası yelkenlerin öğleye kadarki hoş sesleri devam etti. O sesler ki, Haziranda gece boyu uyuklayan bal yapraklı korularda, saklı gizli bir pınar gibiydi.
Bir tek rüzgarın bile esmediği durgun sularda öğleye kadar yol aldık. Sanki gizlice altından itiliyormuşçasına sessiz ve sakince ilerliyordu gemimiz.
Geminin dokuz kulaç altındaki, sisler ve karlar ülkesinden beri gemiyi kaydıran ruh çekildi sonunda. Öğle vakti yelkenlerin şarkısı sustu ve bir anda duruverdik.
Denize mıhlandığımızda Güneş yelken direğinin tam tepesindeydi. Aniden yine hareket etse de, gemi sadece birazcık ileri gidebildi, ve yine durdu.
Sonra birdenbire debelenen huysuz bir at gibi ileri atıldı.
Kan beynime boşalmıştı, baygın yere serildim.
Öylece yarı baygın yatıyordum. Ağzımı açıp,bir şey söyleyecek durumda değildim. Ruhumun derinliklerinde, fısıldayarak konuşan o iki sesi işittim,
“Bu kişi o mu?”
“Çarmıhta gerilen İsa’nın üzerine yemin ederim ki o.” diyordu diğeri. “Aşağıda o zalim okuyla zararsız Albatrosu vurmuştu.”
“Sisler ve Karlar Ülkesinde yapayalnız yaşayan ruh aşıktı o kuşa. O kuş ki, canını okuyla alan bu adamı seviyordu.”
Diğeri daha yumuşak bir sesle dedi ki, “Adam cezasını çekti ama daha da çok ödemesi gerekecek.”
6. BÖLÜM:
“Söylesene, konuş yine o yumuşak sesinle, bu gemiyi hızla sürükleyen nedir? Ne yapıyor bu deniz?”
“Susuyor deniz bir köle gibi, efendisinin emrini bekliyor. Baksana haline şimdi, ne kadar sakin ve sevecen.” İri, parlak gözünü gökteki aya doğru çevirdi.
“Bilemezdi ne yöne gideceğini, zira ay kimi zaman sakince, kimi zaman da haşince yönlendiriyordu onu. Baksana kardeşim ay ne kadar sakince bakıyor denize doğru?”
“Bu durgunlukta bir rüzgar, bir dalga bile yokken bu gemiyi hızla sürükleyen neydi?”
“Hava yarılıyor gemi geçiyor ve tekrar hava kapanıyordu.”
“Uç kardeşim daha hızlı uç, yoksa gecikmiş olacağız, denizci ayıldığında daha da yavaş gidecek gemi.”
Sonra uyandım. Tatlı, sakin ve yumuşak bir havada yelkenler fora ilerlemekteydik. Sessiz gecede ay tepemizdeyken, ölü denizciler tam karşımda duruyordular.
Ay ışığında parıldayan taşlaşmış gözlerini bana dikmiştiler.
Biliyordum, daha uygundu onlar için yeraltının mahzeni.
Lanet bedenlerini katleden ıstırap hala üzerlerindeydi, kaçıramadım gözlerimi, ve başımı göğe kaldırıp, bir dua bile edemedim.
Sonunda tılsım çatlayarak bozuldu. Denizin zümrüt yeşili bir kez daha göründü. Uzaklara baktım. Azıcık, azıcıkta olsa ufukları görebilseydim.
Issız bir yolda korku ve kabuslar içinde tek başına yürüyen bir adam gibiydim. Bir kez arakasına bakıp devam eden ve bir daha asla arkasına bakmayan bir adam gibi. Çünkü o adam, bilirdi ki, korkunç bir şeytan ensesinde onu takip etmekteydi.
Bir rüzgarın nefesini hissettiğimde ne bir ses vardı, ne de küçük bir kıpırtı. Denizin ortasında ne bir iz, nede küçük bir dalgacık.
Baharın çimenleri okşayan esintisi gibi saçlarımı kaldırdı esen rüzgar. Anlaşılmaz bir şekilde korkularımla tekrar sarmaş dolaş olurken, hoş geldin der gibi ruhuma aktı korkular.
Gemi uçarcasına gidiyordu, ama yine de yumuşaktı gidişi. Sonra bir meltem tatlı rüzgarını yalnızca bana estirdi.
Gördüğüm neşe dolu bir rüya mı, yoksa gerçek mi bir türlü anlayamıyorum. Karşıda gördüğüm ucu mu fenerin? Bu da ülkemin kilisesi mi gördüğüm? Yoksa, yoksa ben yurdumda mıyım?
Liman kıyısına sürüklenirken hıçkırarak ağlıyor ve tanrıya yakarıyordum. “Tanrım ne olur bunlar bir düş olmasın, eğer düş ise, bırak beni de sonsuza kadar uyuyayım.”
Limanın denizi cam gibi berrak, kaymak gibi dümdüzdü. Ay ışığı yayılmıştı koya zarif gölgesiyle.
Kayalar üstünde taşıdıkları kilise gibi pırıl pırıl parlamaktaydı. Rüzgargülü ay ışığının onu gömdüğü sessizlikte sakince duruyordu.
Koy sakin ışıkta bembeyazdı. Işığın kapladığı sulardan kızıl renkleriyle dolu dolu gölgemsi şekiller geldiler.
Kızıl gölgeler pruvanın az ötesindeydi. Güverteye başımı çevirince, Tanrım neler gördüm, neler!
Her yerde cesetler, cesetler. Boylu boyunca uzanmış yatıyorlardı. Çarmıhtaki İsa üzerine yemin ederim ki, her bir cesedin yanı başında ışıktan bir melek durmaktaydı.
El salladılar bana meleklerin her biri. Ne ilahi bir görüntüydü! Sanki bir cennetten sahneydi gördüğüm. Kıyıya işaret veriyorlardı. Her biri sanki bir ışıktı.
Hiçbiri konuşmuyordu, sessizdiler. Tek bir ses bile ses bile çıkmıyordu. Sessizlik yüreğime bir musiki gibi sindi.
Az sonra, bir kürek şapırtısı sessizliği bozdu. Bir kılavuzun sesi kulağıma geldiğinde döndüm ve gelmekte olan küçük kayığı gördüm.
Hızla gelmekte olan kılavuzu ve kılavuzun yamağını gördüğümde, Tanrım o ne sonsuz bir sevinçti! Ölülerin varlığı bile asla bozamazdı bu sevinci.
Bir üçüncü kişi de vardı, sesinden tanıdım.Bu aziz bir keşişti. Ormanda bestelediği ilahileri yüksek sesle söylerdi. Sevindim, ruhumu arındıracak ve Albatrosun üzerime bıraktığı kanı temizleyecekti.
7. BÖLÜM :
Aziz keşiş denize doğru eğimli sakin ve sessiz korulukta yaşardı. Ne de yükseklerden geliyordu haykırışları. O uzak ülkelerden gelen denizcilerle sohbet etmeyi severdi.
Kocaman bir minderi vardı, sabah, öğle, akşam oturduğu.
Kayık yaklaştığında konuştuklarını işittim. “Nasıl olur? Nerede o parlak ışıltılar? Az evvel oradaydılar neredeler şimdi?”
“Gerçekten çok garip” diye cevap verdi keşiş. “Kimse cevap vermedi seslenişimize, baksana şu kalaslara hepsi eğilmiş, yelkenler kupkuru, solgun ve ince. Ben böyle bir şeyi hayatımda görmedim!”
“Ormandaki ırmağın üzerini kaplayan sarmaşığın kahverengi iskeletinikaplayan yaprakları görmezsek, o zaman sarmaşıklar kardan ağırlaşır ve baykuşlar yavrularını yiyen koca kurtları görür ve feryat ederler.”
“Tanrım ne şeytani bir havası var buranın, ürküyorum” dedi kılavuz. “Kürekle sen kürekle!” diye istifini bozmadan bağırdı keşiş.
Kayık gemiye yaklaşırken sessizce kıpırdamadan duruyordum. Sonra suyun altından birden bire bir ses duyuldu, bir homurtu, gitgide gürleşti, dehşet içindeydik.
Dipten gelen dalga gemiye ulaştığında gemi, kurşun gibi çökerek battı…
Gökyüzünü ve denizi kırıp geçiren gür ve dehşet dolu sesler benim aklımı başımdan almıştı. Yedi gün önce boğulmuş biri gibi bedenim suyun üzerinde salınıyordu.
Bir düş hızıyla kendimi kılavuzun kayığında buluverdim.
Geminin batmasıyla oluşan girdapta kayık döndü durdu kendi etrafında. Sonra her şey duruldu ve yalnızca tepelerde sesler yankılandı.
Dudaklarımı kıpırdattığımda, kılavuz çığlıkla yere kapaklandı. Keşiş gözlerini kaldırdı ve oturduğu yerden tanrıya yakardı.
Hemen küreklere sarıldım, kılavuzun yamağı aklını kaçırmış gibi kıkırdayarak gülüyordu. Fıldır fıldır oynatarak gözlerini,
“Ha! Ha! Ha! Görüyorum, şeytan nasıl da kürek çekiyor.”
Sonunda kayaya ulaşmıştık, artık kendi yurdumdaydım. Keşiş, benimle karaya indiğinde ayakta duracak hali yoktu…
Diz çöktüm, “Aziz kişi, günahlarımdan arındır beni” diye yalvardım. Keşiş elini yüzünde gezdirerek haç çıkardı.
“ Söyle bana hemen, sen ne biçim bir insansın anlat bana!”
O an, bütün bedenimi ıstırap ve keder sardı. Istırabım ancak öykümü tamamladığımda dindi.
Cezam belliydi. İşlediğim günahlara rağmen yaşayacaktım ve bu benim için ıstırapların en büyüğü idi…
İşte o zamandan beri belirsiz, beklenmedik bir anda bu derin acı gelir ve korkunç hikayemi birine anlatıncaya kadar içimdeki yangın yanıp tutuşur.
Bir ülkeden diğerine gece gibi gezer dururum. Garip bir söz gücüyle doluyum, bilirim beni dinleyecek kişiyi ve ona hikayemi anlatırım.
Düğün evinden gelen bu şamata da ne! Tüm davetliler içeride. Bahçede gelin nedimeleri ile birlikte şarkı söylemekte.
Çan sesini duyuyor musun?
Benden tanrıya yakarmamı istiyor.
Ah düğün davetlisi, bu ruh ıssızlığın ortasında yapayalnızdı. O kadar yalnızdı ki, tanrının oralarda varlığı bile şüpheliydi.
Düğün ziyafetlerinden çok daha tatlı geliyor bana hep birlikte kiliseye yürümek ve dostlarla tanrıya yakarmak.
Hep birlikte dua etmek, Kutsal babamız için başlarını eğmesi herkesin. Yaşlıların, bebeklerinin gençlerin ve neşeli genç kızların.
Hoşça kal, hoşça kal düğün davetlisi! Anlattıklarım ders olsun sana! Kim ki sevgi doludur insana, kuşa ve hayvana, onun duası da sevgi doludur.
Her haliyle, irili ufaklı her şeyi sevene duası sevgi doludur. Çünkü bizi yoktan var eden ulu tanrımız bizi sevmektedir.”
Denizci parıldayan gözleri ve ak düşmüş sakalıyla uzaklaştı oradan. Düğün davetlisi geri döndü düğün alayına.
Gidiyordu sersem ruh haliyle ve hüznüyle terk edilmişliğin. Ertesi sabah daha hüzünlü ve daha bilge bir kişi olarak gözlerini açacaktı.