Deprem Sonrası Efes
Deprem sonrası tapınağa sığınan Efesliler evlerine dönmemekte artık kararlıydılar; birçoğu günlerce kutsal alanından dışarı çıkmamıştı. Yakınlarını kurtarmak için yetişkinler gün boyu kentte çalışsalar da, enkazların altından sık sık cesetlerin çıkarıldığını duyuyordum. Acı ilk günkü gibi, her gün bulunan yeni cesetlerle tekrar yaşanıyor, umutlar her geçen gün azalıyordu. Kutsal alanda yersarsıntıları devam ederken açık alanda tek başıma geçirdiğim günler boyu süren iç hesaplaşmalarım beni biraz olsun rahatlatmıştı.
Kente geri döndüğümde evimi sapasağlam buldum; sadece avluda bir duvar yıkılmış, odalarda da, birkaç duvar çatlamıştı. Çalışma odama girdiğimde hiç beklemediğim bir manzara ile karşılaştım: Masasının yanındaki, üzerinde Dionysos fügurü bulunan cam mozaikli duvarın sıvası dökülmüş ve kahverengi bir rulo kabı yarı gömülü duvarın içinden dışarı sarkıyordu. Ansızın bedenimi kaplayan heyecandan, yüreğim göğsüme sığmıyordu. Hemen elime bir taş parçası aldım; duvarın içine gömülü olan rulo kabını çıkarmaya çalıştım. Taşı vurdukça sıva parçalanıyor, uzun rulo kabı açığa çıkıyordu. Nihayet rulo kabı elimdeydi. Başımı kaldırdım duvardaki kırık aynadaki benle birbirimizde baktık. Tanrım! onu sonunda bulmuştum…
Vakit kaybetmeden kabı açtım ve küf kokulu papirüs rulolarını deri kılıflarından çıkarıp çevirmeye başladım. Bu rulolardan birine sarılı parşömen parçasının üzerinde Timon’un el yazısı ile karşılaştım:
” Kralın iksirini bulan ölümlüye,
Kral, yeryüzünde tanrıların düzenine başkaldırarak bir ölümsüz olmak istedi. Oysa bu ona sadece acı ve keder verdi. Çok güçlüydü, hep kazandı. Pontus dağlarındaki demir madenlerini işleyerek gücüne güç kattı. Tanrı olabilmek için acılar çekti, ölümlülere de büyük acılar çektirdi. O direndikçe, tanrılar onun karşısına her seferinde yeni bir engel çıkardı; güçlü ordularla yıllarca savaştı. Kazandığı her şeyi kaybetti. Kendi iradesi ile yaşamına son verdiğinde bedeni genç bir atletinkinden çok daha güçlüydü. O yeryüzünde yaşayan bir tanrı olmak istemişti yazgısını hiçe sayarak. Ne var ki, ölümsüzlük için sadece güçlü ve sağlıklı bir beden yetmiyor; insanın ruhunun da yaşlanmaması gerekiyor. Onu tanrılar veya onların gücünü koruyan Romalılar yenemedi; o erken yaşlanan kendi ruhuna yenildi. Ölüler ülkesindeki yazgısına katlanamayıp, geri dönmek için tanrılara yalvaran Sisyphos gibi, yeryüzünde katlanılmaz bir ölümsüzlüğe mahkum edilmişti; buna dayanamadı.
Bu ruloların asıl kopyaları kral tarafından hazinesiyle birlikte Ermenistan sınırındaki Sinoria kalesinde saklanmıştı. Ancak ne hazine, ne de kralın ruloları Romalıların bütün gayretlerine rağmen bulunamadı.
Kralın keşfettiği tanrısal sır, ona hiçbir zaman mutluluk vermedi. Bense, onun ölümünden sonra bu sırla baş başa kaldığımda hayatımın en zor kararını vermek durumundaydım. Bu ruloları kraldan daha acımasız olan Romalı komutanlara veremezdim. Sonraları bu iksiri kendi bedenimde denemek istedim, fakat korktum ve vazgeçtim; çünkü bunu yapacak kadar güçlü ve cesur değildim.
Kralın bunca emeğini yok etmek de, bana çok zor geldi. Üstelik, bu iksirin yapımında benim de katkılarım vardı. Bu mektupla birlikte kralın bu en gizli belgelerini buraya saklarken, bir gün bunların bulunacağından hiç şüphem yok. Belki de, bu sırrı bulacak kişiyi ben seçeceğim ve sen bu satırları okuyan kişi, o sayede bu sırra erişeceksin. Bulduklarını yok etmeyi veya sonsuza kadar yaşatma kararını sana bırakıyorum. Ben bu sırla yaşamaktan korktum, ancak bir o kadar da, onu yok etmekten korktum. İkirciklerim beni onu saklamaya yönlendirdi. Sen özgür iradenle düşün ve kararını ver. Ben, ölümlülerin tanrıların gücüne ulaşması doğru mudur, değil midir hiç bilemedim ve bu yazıyı yazarken bir gün bu kararı eğer biri verecekse benim tarafımdan seçilen birinin kararı olsun istedim.
Tanrılar beni affesin”
Ruloyu çarçabuk açtım; şöyle bir gözden geçirdim. İçinde bir takım ölçüler, formüller, resimler ve tarifler vardı. Bütün karışımlar detaylı olarak anlatılıyordu. Uğruna bütün ömrünü harcadığım bilgiler titreyen ellerimin arasındaydı. Heyecanımı yenmek için sık sık derin soluk alıp veriyordum. İçindekileri okumadan bir süre düşündüm; sonra ruloyu tekrar okuduğum deriye sardım. Pencerenin önünde oturup, çocukluğumdan beri bütün yaşamımı gözlerimin önüne getirdim. Uzun ömrünün büyük bir bölümünü bu rulodaki yazılanları merak etmekle geçirmiştim. Rulo kabının içinde yıllardır gizlenen iksirin reçetesini okuduğumda olabilecekleri gözden geçirdim. Sağlıklı ve uzun bir hayatım olmuştu; reçeteyi kendi üzerimde denediğimde yeryüzünde sonsuz bir yaşama sahip olabilirdim. Ayrıca daha güçlü ve mutlu olurdum. Tanrıların ve kralların zulmünden acı çeken insanların dünyasını değiştirebilirdim.
Pencereden odaya sızan ay ışığında geç vakitlere kadar düşündüm. Gece yarısı ruloyu kabın içine özenle yerleştirdim; elime bir meşale alarak, diğer elimdeki rulo kabı ile dışarı çıktım. Kutsal yoldan Artemision’a doğru yürümeye başladım. Bu kez asam da elimde yoktu. Gençliğindeki gibi, güçlü adımlarla kutsal tapınağa giden yolda kararlı ve sık adımlarla yürüyordum. Kaystros ırmağının kenarına geldiğimde durdum ve Kralın iksirinin formülünün bulunduğu papirüs rulosunu kabından çıkardım. Ruloyu meşalem ile yaktım ve küllerini ırmağın sularına savurdum…
Kente dönerken mutluydum. O gece, yıllarca içimi kemiren ölümsüzlük duygusunu yenmiştim. Öleceğini bilerek yaşayan tek canlı olan insanın yüce bir varlık olduğunu anlamıştım. İçimdeki sesi öldürmeyi başarmış ve ondan kurtulmuştum. Ey zamanın efendileri, Dionysos, Apollon, Zeus, Efes’in ulu Artemis’i! Ksanthos düşerken yayını bir kez bile germeyen Apollon! Sonsuzluk sizin olsun…
Depremin üzerinden henüz birkaç hafta geçmişti. Acılar hafiflemiş, yaralar iyileşmeye başlamıştı. Pion dağının yamacındaki evimden dışarıya çıkamıyordum. Yatağa düşmüş, işlerimi göremez olmuştum. Yardımcılarım ve dostlarım dahil hiç kimseyi görmek istemiyor, sadece Khryseis’in arada bir gelip bana yemek yedirmesine ve ihtiyaçlarımı gidermesine razı oluyordum. Uzun ve kapkaranlık gece gözlerimin önünde tükenmek için beni beklerken uyuyamıyor, kandil ışığında bir gün ansızın üzerime düşmesini beklediğim tavanı seyrederek sabahlıyordum. Şafak sökerken içime bir huzur doluyor ve uyuyordum. Hiçbir acı duymamama karşın, her geçen gün daha da bitkin düşüyordum. Hades bütün gücüyle beni yeraltı dünyasına çekerken ben inatla direniyordum. Düşüncelerimle kısaltmaya çalıştığım gecelerse, birbiri ardı sıra beni bekliyordu…
Yıldızların pırıl pırıl parladığı o gece, farklıydı. Evin içi kandil ışığına bile gerek kalmayacak kadar apaydınlıktı. Gece boyu her zamanki gibi hiç uyuyamadım. Dört nala koşan beyaz at gözlerimin önünden gitmiyordu. Gün ağarırken hafiflediğimi hissettim. Doğruldum ve yatağımda oturdum. Günlerce yatağından kalkamadığım halde, her şeyi o kadar kolay yapabiliyordum ki, ayağa bile kalktım ve pencereye doğru yürüdüm.
Ansızın ayaklarım yerden kesildi ve pencereden süzülerek gökyüzüne doğru yükselmeye başladım. Ne Dadaios’un oğlu İkarus gibi kanatlarım, ne de Pegasus gibi bir atım vardı, ama uçmuyor, gökyüzüne doğru koşuyordum. Ellerime baktım; kırışıklıklar kaybolmuş, çocukluğundaki gibi küçücüktüler. Yüzüme dokundum, pürüzsüz bir canlılık vardı tenimde; tıpkı bir çocuğunki gibi. Her iki yanımda su perileri benimle birlikte geliyor, bazen Akdeniz’in Mavi sularında kayboluyor, bazen de sudan çıkıp Mutlular adasına yolculuğumda bana eşlik ediyorlardı. Apollon’un altın lirinden yıldızlı gökyüzüne yayılan tanrısal ezgiler ve deniz çok aşağılarda kalmıştı. Zeus bütün gücünü kullanarak gökyüzünde amansız bir fırtına yarattı. Bu kez rüzgara karşı koşuyordum hiç aldırmadan. İyonya sonyazını terk eden göçmen leyleklerin peşi sıra ufka, tanrıların olmadığı bir başka ülkeye gidiyordum. Önce Patara’ya ulaşmıştım. Apollon tapınağının önünde omzunda bir yılanla ayakta duran beyaz saçlı bir kadın bana el sallıyordu. Koşuyor, koşuyordum; vadisinde kutsal Ksanthos’un sularının aktığı çocukluğumun ülkesine koşuyordum. Ülkemi son kez gördüm; gülümsedim ve gözlerimi kapattım. Belki bir korsan gemisinde, hayata yeniden gözlerimi açarım; kim bilir?..