efes-ic-1

Efes; Tanrıçanın Kenti

Miletos’un aslanlı limanı çoktan uzaklarda kalmıştı. İyonya’nın mavi ve koyu yeşil manzaralı kıyılarını takip ederek kuzeye doğru yol alan başka bir gemideydim. Güneş, Samos Adası’nın arkasından rüzgarın kaçırdığı gemiyi gözetlerken hala kızgındı. Düşlerimin kentine yaklaştıkça, damarlarımdan coşkuyla vücuduma dağılan heyecanıma engel olamıyordum.

Açık denizden Patara’daki gibi alüvyonların doldurduğu körfeze açılan dar ve kıvrımlı su yoluna girdiğimizde, Kutsal Artemision akşam kızıllığında uzaklardan, gökyüzü ile yeryüzü arasında belirsiz bir yerden parıldıyordu. İskenderiye’den sonra doğunun en büyük kenti, ucu bucağı belli olmayan ovalardaki tapınaklarıyla, saraylarıyla, dağların yamaçlarındaki birbirinden güzel konutlarıyla benimle birlikte gemideki bütün yolcuları büyülüyordu.

Limanda yan yana dizilmiş sayılamayacak kadar çok gemi vardı. Kıyıdaki denizcilerin bağrışmaları, kent sokaklarından yükselen uğultularla karışıyordu. limana ayak bastığımda, kentte sadece Helence değil, dünyanın bütün dillerinin konuşulduğunu ayrımsadım. Sürekli göçlerle büyüyen Efes’te, İyonların yanı sıra, Yunanlılar, Mısırlılar, Suriyeliler ve dillerini hiç duymadığım bir çok insan yaşıyordu. Pazar yerinde Artemis’in mermer heykelleri, kolyeler, takılar ve tanrıçaya sunulmayı bekleyen çeşit çeşit hediyelik adaklar satılıyor; kente yeni gelen hacı adayları bunları fiyatlarına bakmaksızın birer ikişer alıp heybelerine dolduruyorlardı.

Limandan kente açılan geniş caddeden yürüyerek agorayı geride bıraktım. Caddelerin birleştiği kavşağa kadar geldim. Tiyatronun önünde, sağ taraftaki caddeyi takip ederek, kent merkezine ulaştığımda, geceyi geçirmek üzere pansiyon bulmakta hiçte zorluk çekmedim. Burası yolculuklarım boyunca konakladığım diğer kentlerdeki konutlara benzemiyordu. Geniş bir avluya açılan büyük salonda, hizmetliler ve köleler yabancı ülkelerden gelen çok sayıda egzotik müşterilere karşı  güler yüzlü ve naziktiler.

Akşam yemeği, müzisyenlerin harp ve sazlarından yükselen neşeli bir müziğin kahkahalara karıştığı geniş salonda yendi. Ana yemek fırında mezgit balığı idi. Keskin sirkeyle çeşnilendirilen balığın kılçıkları ayrılarak servis yapıldı. Knidos şarabıyla ikram edilen yemek ve meyve, bir başıma oturduğum masamda beni mutlu etmeye yetmişti.

Kentte gece bir türlü bitmek bilmiyordu. Kadınlı erkekli gruplar pansiyona giriyor ve çıkıyordu. Sokaklardan gelen kahkaha ve müzik sesleri, vakit çok geç olmasına rağmen hiç dinmiyordu. Salondaki  konuşmalardan, birkaç gün sonra Tanrı Dionysos’un adı ile anılan ve İskenderiye’de de çok sevilen Romalı komutanın kente geleceği için, kutlamaların şimdiden başladığını öğrendim.

Gece yarısı, şarabın etkisiylesokakların gizemli çekiciliği sonunda beni de baştan çıkardı; kendimi meşalelerle aydınlanan kent sokaklarına attım. Gece gündüz olduğu gibi gürültülü ve kalabalıktı. Dans eden kadınlı erkekli bir grupla sokak aralarına daldım. Hep birlikte  bazı evlere girilip, çıkılıyor, şarkılar söyleyerek geziliyorduk. Zaman kavramı yoktu bu kentte. Yorulup da bitkin düştüğümün farkına vardığımda, kentin bilmediği uzak bir sokağında tek başımaydım; kalabalık çoktan dağılmış, kent sokakları bomboştu. Sabaha karşı,  hemen hemen kentin bütün sokaklarını yalnız başıma dolaştıktan sonra nihayet, konakladığım pansiyonu bulabildim.

Ertesi gün, Timon’un vasiyetinin yazılı olduğu parşömeni de yanıma alarak kent merkezindeki eyalet konağına gittim. Görevlilere Timon’dansözettim; Timon’unİskenderiye’deki kütüphanede yardımcısı olduğumu ve ölürken Efes’teki bütün mal varlığını bana bıraktığını anlattım. Timon’un el yazısı ve mührünün bulunduğu parşömeni yetkililere gösterdim. Vali yardımcısı, verdiğim belgeyi bir süre inceledikten sonra gülümsedi ve eski dostu Timon’un değerli bir insan olduğunu, onun dostlarının kendisinin de dostu olacağını söyleyerek beni rahatlattı. Sonra yardımcılarını çağırarak, onun kentteki kayıtlarını ve mülklerini tespit ettirdi. Görevlilerden Timon’unPion dağının yamaçlarda güzel bir evinin bulunduğunu ve bundan böyle benim o evde oturabileceğimi öğrendim. İşlerimin yolunda gidiyor olması beni mutlu etmeye yetmişti.

Bana yardımcı olmak üzere beraberimde gelen bir Efesli bir görevli ile birlikte Pion Dağı’na çıkan dik yolu tırmandık. İki katlı, boyaları bakımsızlıktan dökülmüş, terkedilmiş bir evin önünde durduk ve kapıyı açabilmek için uzun süre uğraştık. Evin serin avlusuna girdiğimizde, Timon’a yaşamım boyunca hiçbir zaman ödeyemeyeceğim minnet duygusunun altında bir kez daha ezildim. Yaşamla ölüm arasındaki çizgiden onun sayesinde dönmüştüm. Çevremi incelerken Timon’un hala benimle birlikte olduğunu hissettim. Garip hareketlerimden işkillenen yanımdaki görevli içeride biri varmış gibi sağı solu kolaçan etti. İçeriye girdik; her yer toz içindeydi. Tamamı çeşitli desenlerle bezenmiş mozaiklerden oluşan zemini ve beyaz mermer kaplı duvarlar beni şaşırtmıştı. Pencereden dışarıya baktığımda tepeden aşağıya uzanan kiremit çatılı evlerin üzerinden  agorayı ve limanın olağanüstü manzarasını görebiliyordum.

Görevli memur gittikten sonra Timon’un tozlu yatağına uzandım; anılarla dolu bu evde her şey, Timon’la birlikte İskenderiye’de kaldığım evi anımsatıyordu. Timon, Hades’e götürdüğü, taşıyamayacağı kadar ağır sırlarının bir kopyasını bu evde mi gizlemişti? Ayağa kalktım, evdeki bütün odaları gezdim, dolapları karıştırdım ama hiçbir şey bulamadım. Tekrar pencerenin önüne geldim; bir süre limana baktım. Kentin meydanları, hamamları, tapınakları, stadyumu, tiyatroyu ve pazar yerini görebiliyordum. Bir yanda dünyanın en zengin tapınağı diğer tarafta görkemli yapılarıyla liman ve kentin zengin mimarisini yansıtan binalar. Kentin dışındaki yamaçlarda üzüm bağları alabildiğine uzanıyordu. Tırmanılması güç dik yamaçlarında köleler tahtırevanla efendilerini evlerine taşıyorlardı. Timon kentin ileri gelenlerinin yaşayabileceği böylesine güzel bir evde yaşadığına göre, para, kariyer ve ün sahibi biri olmalıydı.

Manzaraya öylesine dalmıştım ki, denize gömülen güneşin, Tanrıçanın kentini terk etmekte olduğunu çok sonraları fark ettim. Dağınık ve tozlu evde yapılacak çok işi vardı. Oysa, asıl görmek istediğim Artemis Tapınağı’na henüz gidememiştim; tapınak bir mıknatıs gibi beni kendine çekiyordu. Her şeyden önce, gün bitmeden mutlaka tapınağı ziyaret etmem gerektiğini düşündüm. Dışarı çıktım; dar sokaklardan geniş caddeye ulaştım; tapınağa giden kutsal yolda hızla yürümeye başladım. Bu kalabalık kentte de tıpkı İskenderiye’de olduğu gibi yapayalnızdım. Kutsal yol beni kentin içinden çıkardı, ağaçların arasından sessizce kıvrılıp giden bir ırmağının önüne getirdi. Durdum; sakin akan gümüş suları seyrettim. Uzaklarda genç bir kadın ırmak kenarında çömelmiş, suya bakıyordu. Biraz daha yaklaştığımda kadının profilden gördüğüm yüz hatları daha da belirginleşti. Endişeli ve kaygılı bir ifade vardı yüzünde. Kadına iyice yaklaştığımda ayak seslerinden ürken genç kadın, irkilerek başını çevirip beni farketti. Göz göze geldiğimizde bu gözler karşısında şaşkınlığımı gizleyemedim ve bu kez ben irkildim: O olamazdı! Mısır’ın ünlü güzel kraliçesi, Güneş tanrısının kızına ne kadar da benziyordu? Genç kadın önce kıvrımlı dudaklarıyla bana gülümsedi; ancak, yüzümdeki şaşkınlık ifadesi genç kadını tedirgin etmişti; ayağa kalktı ve koşar adımlarla uzaklaştı. Kadın tapınağa doğru hızlı adımlarla yürüyordu. Arkasından tepkisizce kadını gözlerimle takip ettim. Sonra arkasından, tapınağa doğru koşar adım yürümeye başladım. Tapınağın önüne geldiğimde donakalmıştım; yıllar önce Pamfilya koylarında yıldızlı bir gecede düşümde gördüğüm sütunlardan oluşan bir ormanla karşı karşıya idim. Kendimi toparladığımda tapınağın girişindeki merdivenlerde genç kadını rahibelerle konuşurken gördüm. Rahibeler bir yandan kadını dinlerken diğer yandan bana bakıyorlardı. Cesaret edip, daha fazla yaklaşamadım. Yüzden fazla sütunun üzerinde yükselen görkemli tapınak ve esrarengiz kadın beni epeyce ürkütmüştü. Tapınaktan kente dönen bir kaç adamın aralarındaki konuşmalardan bu kadının, Mısırlı bir prenses olduğunu, ertesi gün kente gelecek olan Romalılardan korktuğu için kutsal alana sığındığını öğrendim. Geriye döndüm; biraz evvel gördüğüm iri siyah gözleri tekrar anımsamaya gayret ederek, alacakaranlıkta kente doğru yürümeye başladım.

Eve döndüğümde, Timon’un dolaplarını ve eşyalarını tekrar karıştırdım. Belki, bu evin içinde bir yerlerde bir şeyler bulabilirdim. Kralın sırlarına erişirsem, kraliçeye benzeyen tapınaktaki güzel kadınla evlenip, bir tanrı gibi sonsuza dek mutlu yaşayabilirdim. Girdiğim ikinci odanın bir köşesinde Timon’un el yazısıyla yazılmış bazı papirüs ruloları ve koyun derisi sayfalar buldum. Oturdum, bunları akşama kadar bir bir okudum. Yaşlı dostum Efes ve Pergamon’la ilgili bir çok not tutmuştu. Bu notlar genellikle yolculuklarımız esnasında Timon’un bana anlattıklarıyla ilgiliydi. Koyun derisine yazılı birkaç sayfa vardı ki, besbelli Timon bunları Pergamon’dan getirmişti. Üstelik bu sayfalar diğerlerine göre daha yeni ve az yıpranmıştı. Sayfaları inceledim; çeşitli bitki ve otların isimleri yazılıydı. Bazı sayfalarda ise, uzun formüllerden oluşan reçeteler vardı. Dikkatle incelediğimde bu formüllerin İskenderiye’de Timon’un yaptığı ilaçların formülleri olduğunun farkına vardım. Pontus kralının reçetesi ne yazık ki burada da yoktu. Aradıklarımı bulabileceğim yegane yerin Pergamon Kütüphanesi olabileceği olasılığı her geçen gün içimi kemiriyordu. O kente en kısa zamanda gitmeliydim. Göz kapaklarım ağırlaşıncaya kadar Timon’un yazdıklarını  okumayı sürdürdüm.

Ertesi gün biraz peksimet, peynir ve incirle birlikte, suyla karıştırdığım şarabımı içtikten sonra, öğleye doğru evden dışarı çıktım. Yokuş aşağı ana caddeye doğru inerken, kalabalık grupların limana doğru aktığını gördüm. Onların arasına karışarak limana geldim. Halk heyecanla, limana  henüz giren Roma filolarını bekliyordu. Askerler karaya çıktıklarında kalabalığın uğultusu artmış, çiçekler ve sarmaşıklardan oluşan rengarenk çelenkler havada uçuşmaya başlamıştı. Yarı çıplak kadınlar, satyr ve pan kılığında delikanlılar, kalabalığın önünde Romalı komutanı bekliyorlardı. Sonunda Romalı komutan bir grup eşliğinde limandan arabasıyla kent merkezine geçerken onu görebildim. Bu İskenderiye’de kraliçenin yanında sık sık gördüğüm komutandı. Efes’e girerken bir komutan gibi giyinmemiş, üzerindeki  eski bir pelerin ile Şarap Tanrısı Dioynsos’u andırıyordu.  Arabanın içinde dimdik duruyor; halkı tebessüm ederek selamlıyordu. Flüt ve kaval sesleri arasında grup tiyatronun önüne geldiğinde, halk bir Dioynsos ayinine katılırcasına arabanın arkasına takılmış, kafilenin peşinden dans ederek kent merkezine dönüyordu. Kıbrıs’tan İskenderiye’ye yolculuğum esnasında Timon’un anlattıkları gözlerimin önüne geldi. Romalı komutan coşkulu kalabalığın arasından kaybolana dek gözlerimle onu takip ettim.

Romalı komutanın kente gelişinden sonraki günlerde, kentte politikadan başka bir şey konuşulmaz olmuştu. Efes’in Roma gibi doğuda büyük bir başkent olacağından ve Romalı komutanın sarayını İskenderiye’den kente taşıyacağından bahsediliyordu. Bütün bu olup bitenlerle ve konuşulanlar beni hiç ilgilendirmiyordu. Timon’un evinden dışarı çıkmıyor; onun otların ve çeşitli bitkilerin şifaları üzerine  yazdıklarının üzerinden defalarca geçerek, okuduklarımdan bir takım anlamlar çıkarmaya çalışıyordum. Kralın iksirini bulabilmem için tek bir çarem kalmıştı : Pergamon’a gitmek.