aphrodite_9

Knidos’un Tanrıçası 

Patara halkı henüz uyanmamışken, Roma gemisi kentin dar ve kıvrımlı körfezinden açık denize doğru süzülüyordu. Buğulu gözlerim, son kez Likya’nın küskün dağları ile vedalaştı. Yıllar önce bu ülkeden bir gemi ile uzaklaşmıştım, şimdi yine bir geminin ardında bıraktığı köpüklü izlerde yazgımı arıyordum. Kent tapınakları ve anıtları ile gitgide küçülürken, sahil boyunca hüzünlü türküleriyle gemiyi uğurlayan kuşlar da uzaklarda artık kalmıştı. Çocukluğumun aşkı Ariana’yı bir daha hiç göremeyecektim. Kuşlar bile göç zamanı gelmedikçe, yaşadıkları toprağı, denizi ve göğü kolay kolay terk etmiyordu. İstedikleri yere uçabildikleri halde, deniz ile kıyı arasında belli bir alanda yaşamak onlar için de bir zorunluluktur. İsteseler, onları özgür kılan ve üçüncü boyuta taşıyan tanrı vergisi kanatları ile her istedikleri yere gidebilirler.

Uzaklarda kalan Patara körfezi, gemilerden birini yolcu ederken, diğerlerini karşılıyordu. Kıyıda Ksanthos ırmağının denize kavuştuğu geniş deltayı gördüm. Kutsal ırmağın sarı suları sonsuz denize karışırken, bir bakirenin yazgısına boyun eğmesi gibi sakin ve durgundu.  Oysa bu mevsimde, vadiden geçerken nasıl da coşkun ve aceleciydi.

Yelkenleri dolduran rüzgar gemiyi hızlandırırken, hüznü ve acılarını bir yana bırakmış, başka bir dünyanın özlemiyle yüreğime umut doldurmuştum. Likya kıyı şeridinde, sıra sıra uzanan dik yamaçlı tepeler ve onların ardındaki dağlar, usanmaksızın gemiyi takip etmekte ısrarlıydılar. Denize vuran güneşin taze ışıkları mavi zeminde yanıp sönen yıldız kümeleri gibi parıldıyordu. Bakir adaların yakınından geçerken, kuytu koylara gizlenmiş küçük gemiler dikkatimden kaçmıyordu. Her seferinde bunların korsan gemileri olabileceğini aklıma getiriyor; sonra gemi mürettebatının bu yelkenlilere ilgisiz kalması beni bu düşüncemden vazgeçiriyordu. Artık biliyordum ki, kentlerin hakimi denizlerin de hakimiydi.

Dik yamaçlardaki kaya mezarlar, dalgalarıyla kayalıkları döven denize ve sonsuz gökyüzüne meydan okurcasına, bir kuş yuvası gibi gökyüzünün bilinmeyen bir ülkesinde kanat çırpan ruhlarını bekliyorlardı.

Gemi, Rodos adası ile Karya sahilleri arasından adalar denizine girerken, Knidos kentine epeyce yaklaşmıştık. Bu gemiyle yolculuğumun son limanını nihayet uzaklardan seçebiliyordum. Ben Knidos’ta başka bir gemi ile Efes’e ulaşma yollarını ararken, Roma gemisi de bu kentten incir ve şarap yükleyerek, Batı İtalya kıyılarındaki Paestum limanına doğru yolculuğuna devam edecekti. Birbirinden güzel Karya adaların arasından süzülen yelkenli gemidekiler, dünyanın en işlek limanlarından birinin bulunduğu o güzel kenti görebilmek için sabırsızlanıyorlardı.

Işıl ışıl parlayan beyaz mermer tapınakları, sarayları ve teraslara kurulmuşşirin evleriyle Knidos siluetini göstermeye başladığında, gemi iki limanlı kentin güneyindeki büyük koya çoktan girmişti. Kentin birbirinden güzel yapıları, mermer caddeleri ve rengarenk çiçeklerin süslediği  bahçeleri belirginleştikçe, dünyanın dört bir yanında çeşitli işlerle uğraşan göçmen Knidosluların böylesine güzel bir kenti terk etmelerine hiç anlam veremedim. Zira, İyonya’da, Pontus’ta, Mısır’da ve Roma’da birçok Knidoslu, ticaret ve denizcilik işleriyle uğraşırdı. Timon’un İskenderiye’de yaşayan bazı Knidoslular ile dostluklar kurduğunu hatırladım.

Kentin kuzeyinde, yüksekçe bir yerde, yuvarlak bir kaidenin üstündeki Afrodit tapınağı ilgimi çekti. Gemidekiler birbirlerine bu kutsal yapıyı gösterirken, tapınaktaki tanrıçanın mükemmel heykelini yakından görenler, görmeyenlere Afrodit’in güzelliğini heyecanla anlatıyordu. Limana yaklaştıkça, çeşitli bitki ve baharatların kokuları ve dinmeyen insan sesleri, kentin canlı kimliğini ortaya çıkarmaya yetmişti.

Karaya ayak basar basmaz, kentin kuzey limanında İyonya yönüne gidecek başka bir gemi aramaya koyuldum. Knidoslular, Dor lehçesiyle konuştuklarından dillerini anlamakta zorluk çeksem de, sonunda ertesi gün Halikarnassos’a yelken açacak bir gemi bulabildim. Denizciler Halikarnassos’a ulaştığımda oradan İyonya’ya giden bir gemi bulmamın çok daha kolay olacağını söylemişlerdi.

Akşama doğru, teraslardaki evlerin güzel bahçelerinden çiçek kokularının yayıldığı kentin caddelerini ve dik yokuşlu sokaklarını bir bir geçerek, ünü dillere destan Afrodit tapınağına ulaştım. Tapınak büyük ve çok güzel bir bahçenin ortasında dairesel bir kaidenin üzerinde pırıl pırıldı. Yüksek sütunların arasından tanrıçanın çıplak bedenini gördüğünmde, inanılmaz bir güzellikle karşı karşıyaydım.  Bahçeden içeriye girip, mermer bir yoldan, tanrıçayı ziyarete gelen kalabalık bir grupla yürüdüm. Sade  olduğu kadar, bu derece çekici bir tapınak bahçesini düşlerimde bile görememiştim. Kadınlardan bazıları ellerinde çiçeklerle tanrıçaya yaklaşırken, bazıları da tapınağın önünde güvercinler uçurarak tanrıçaya adaklar sunuyorlardı. Merdivenlerden çıkıp, tapınağın içine girdiğimde, tanrıçanın dillere destan güzel heykeli ile karşılaştım. Gözleri, dudakları, dik göğüsleri, ince beli, uzun ve güzel bacakları ile, ne yönden bakarsanız bakın kusursuz bir kadındı bu. Erkek ziyaretçilerden bazıları, yaşlı rahibenin uyarılarına kulak asmayarak tanrıçanın pürüzsüz bedenine dokunmaktan kendilerini alamadılar.

Yükselen sütunların arasından iki denizi birden kutsayan güzel tanrıça, denizcilerin koruyucusuydu. Denizcilerin onu sevmesinin ana nedeni, onun ana rahminin toprak değil deniz olmasıydı. Denizlerde doğan tanrıça, toprağa ayak bastığı anda, yeryüzü türlü türlü çiçeklerle bezenmiş, güzelleşmişti. Tanrıları ve ölümlü erkekleri erişilmez güzelliği ile baştan çıkarmış, üstelik bir tanrı eşi olduğu halde bunu sık sık yapmaktan geri durmamıştı. O Artemis gibi oklarını doğadaki yırtıcı hayvanlara değil, erkeklerin tam kalbine atardı. Tanrıçanın aşkı bağımsız ve özgür bir aşktı. Gönülden gönüle gezerken, pervasız da, terk eden de değildi. Onun sonsuz bir sevgisi vardı ama  bu sevginin tutsağı olamayacak kadar da özgürdü.

Mermerli caddeden kent merkezine dönerken, tanrıçanın başımı döndüren büyüleyici etkisinden henüz kurtulabilmiş değildim. Limana yakın bir meyhaneye girdim ve ünlü Knidos şarabından birkaç kadeh içtim. Şarapla birlikte  biraz incir ve peynirli kurabiye yiyerek açlığını yatıştırdım.

İskenderiyeliler, Knidos’tan getirilen şarapların tadının bir başka olduğunu ve içenlerin şarabın içindeki gizemli tadı alabileceklerini söylerdi. Gerçekten de, o şarabın damağımda bıraktığı tadı, burukluğu ve nefis kokusunu hiç unutamadım. Mısır’dan Roma’ya, İyonya’dan Pontus’a kadar gemilerle taşınan bu şaraplar çok özel sofraları süslerdi. Timon da, birkaç kez İskenderiye’de Knidos şarabı aramış, fakat bulamamıştı. O, İskenderiye’deki Knidoslularla sık sık görüşür. Knidos’tan kendi için bazı bitkisel karışımlardan hazırlanmış ilaçlar sipariş ederdi. Toz halinde alınan bu ilaçların yaralara ve nefes yolu hastalıklarına iyi geldiğini söyler, bana ve dostlarına da tavsiye ederdi.

Gecenin ilerleyen vakitlerinde meyhaneden çıktığımda, meşalelerle aydınlatılan caddede ondan başka kimsecikler yoktu. Geceyi geçirmek için bir pansiyon bulmakta zorlanmadım. Yorucu bir gün sonrası, doyasıya içtiğim şarabın ardından ağırlaşan bedenime fazla direnemedim ve yatağa uzanır uzanmaz derin bir uykuya daldım.

Uçsuz bucaksız kumsalda oturmuş, güneşin denizin arkasından yavaş yavaş sulara gömülmesini izliyordum. Ansızın güneşin önünde beliren bir karartının denizden kumsala doğru yaklaştığını gördüm. Kıvrak vücut hatlarıyla esmer tenli, uzun siyah saçlı bir kadındı bu; sanki bir ışık tünelinden geçen yarı çıplak bir tanrıça kararlı adımlarla bana doğru yürüyordu. Yuvarlak ve diri göğüsleri yaklaştıkça belirginleşiyor; şeffaf tülden bir kumaş her adımda uzun ve zarif bacaklarından kayarak yere düşüyordu. Islak bedeni henüz kurumamıştı. İncecik beli ve yaklaştıkça belirginleşen karın kasları ile kaygan bedeni yaklaştıkça kalp çarpıntılarım daha da artıyordu. Karşımda duran kadının gözlerine bakma cesaretini gösterdiğimde, beynimin parçalara ayrıldığını ve sonsuz bir boşluğa düşmekte olduğunu hissettim. Bu kadın Mısır’ın Güneş tanrısı Ra’nın kızı idi. Kraliçenin simsiyah gözleri beni delip geçiyordu.

Kadının elinde, olgun ve kıpkırmızı bir elma vardı; bana uzattı; titreyen ellerimle elmayı kavradığımda, kraliçe kararlı ve güçlü bir sesle elmayı yememi söyledi. Tereddüt etmeden elmayı ısırdım. Kadın, ince parmaklarıyla ellerimi kavrarken, sadece bir kez ısırabildiğim elma parmaklarının arasından yere düştü ve denize doğru yuvarlanmaya başladı. Bir süre bekledik, kraliçenin gözlerinden yayılan sıcaklık bütün bedenimi sarmıştı. Kraliçe gözlerini benden ayırmadan, diz çökerken bacaklarıma tutundu. Bana bir tanrı gibi davranıyordu. Ellerimi sımsıkı tuttu ve kendine doğru çekerek toprağa oturmamı sağladı.

Bir tanrıça gibi, ruhumu ve bedenimi tamamen teslim almıştı. Onu öpmeye başladığımda acemi ellerim kraliçenin dik göğüslerinde geziniyordu. Kraliçe, dolgun kırmızı dudaklarını ısrarlı öpüşlerimden kurtardığında fısıltılı küçük çığlıklarla inliyor, omuzlarımdan aşağıya kayıyordu. Sonunda kadın yakıcı kumların üzerine uzandı; iki elimle kraliçenin kalçalarını kavradım. Bir ırmak gibi kraliçenin üzerinde akıyordum. Çığlıkları kıyıdan gelen dalgaların seslerine karışırken, birden altımda yatan yüz değişti, bedeni bir taş gibi kaskatı kesildi, esmer teni bembeyaz oldu. Ürpererek irkildim. Bu bedenin kraliçeye değil, Tanrıça Afrodit’e aitti…

Tanrıça ayağa kalktı, gülümsedi. Denize doğru yürürken bembeyaz bedeni bir hayalet gibi suların içinde kayboldu.

Bir Önceki Yazı

Bir Sonraki Bölüm