Patara’da Bir Gün
Kilikya ve Pamfilya açıklarındaki uzun deniz yolculuğu sonrası bitkin düşen yolcular, Likya kıyılarının görünmesiyle biraz olsun canlanmışlardı. Kumsalların ve kayalıkların ardı sıra uzanan kızılçam ormanları, mavi-yeşil denizin önünden kıvrılarak bizimle birlikte ilerliyordu. Gemi kıyı şeridi boyunca yol alırken, diğer yolcularla birlikte güvertede Likya sahillerini seyre koyulmuştuk. Likya koylarındaki ve kıyıya yakın irili ufaklı adalardaki küçük, şirin köyleri gözden kaybolana dek takip ederken, güneşin dik ışıkları altında toprakla uğraşan köylüler de işlerini bırakıp, birbirlerine beyaz yelkenli gemimizi gösteriyorlardı.
Sahiller boyunca uzanan ormanlar ve kayalıkların benim için bir başka anlamı vardı. Kara göründüğünden beri, birkaç yıl önce bu kıyılarda kürek çektiğim korsan gemisini ve gemideki arkadaşlarımı düşünüyordum. Saklandığımız koyları ve kayalıkları uzaktan da olsa, bir kez daha görmek beni bir kez daha geçmişe götürmüştü. Gördüklerim, bütün yaşadıklarımın gerçek olduğunu kanıtlıyordu. Koskoca denizin ortasında bütün tehlikelere göğüslerini gererek, koydan koya kürek çeken denizcileri bir bir gözlerimin önüne getirdim. Zenon’u hatırladım; sonraları ne zaman onu düşünsem onu, ruhları Acheron nehrinden geçirip ölüm ülkesine taşıyan Kharon’a benzetirdim. Başka ülkelerin insanları ve korsan eskileriyle, aynı yazgıyı paylaştığım o zorlu yolculuklar boyunca öğrendiklerim ve deneyimlerim hayatımın dönüm noktası olmuştu.
Kızılçam ormanları ile süslü yüksek sıradağlar, yolculukları boyunca onlarla birlikte batıya doğru uzanıyorlardı. ülkemin ormanlarını uzaktan seyrederken, bir an çam kokularının rüzgarların büyüsüne kapılıp, çok uzaklardaki gemilerine kadar ulaştığını hissettim. Başımı kaldırdım; sarp kayalıkların üzerinde kurulu kentler ve ulaşılmaz yüksekliklerdeki kaya mezarlar rüzgarın uğultusunda ağlıyordu. Küskün dağların ardındaki kentimi düşündüm. Zihnimde ince bir dumanın süzüldüğü, küller altındaki harabeler canlandı: Ksanthos zamanın hışmına uğramıştı.
İki yanı yüksek tepelerle çevrili geniş ovadan denize açılan Patara körfezine epeyce yaklaşmıştık. Gemi körfeze girdiğinde, çocukluğum boyunca hayal ettiğim, fakat hiçbir zaman görme fırsatı bulamadığım Tanrı Apollon’a adanan bu kente ulaşmanın sevincini değil, hüznünü yaşıyordum. Uzun ve kıvrımlı körfez boyunca parıldayan kentin mermer caddeleri, Apollon Tapınağı’nın beyaz sütunları altında uzanıyordu. Gemi ilerledikçe, körfeze açılan başka kanallar ve bunların oluşturduğu yarımadalar kente ayrı bir hava veriyordu. Başımı kaldırıp, sağ taraftaki yüksek tepelere oyulan kaya mezarlara baktığımda, nedeni belirsiz bir tedirginlik ve suçluluk duygusuna kapılıyor, başımı tekrar öne eğiyordum. Bu kent düşlerimde gördüğümden ve hayal ettiğimden çok daha güzeldi. Yamaçlar boyunca uzanan evler, sütunların üzerinde yükselen tapınaklar ve kıvrımlı bir nehir gibi uzayıp giden bir körfez, beni hayalimde hiçbir zaman canlandıramayacağım bilinmeyen, gizemli bir ülkeye götürüyordu.
Suriyeli tüccarlar karaya çıkmak için son hazırlıklarını yaparken, bir yandan da denizcilerle konuşuyorlar, kentin agorasıyla ilgili bilgiler alıyorlardı. Bazı tüccarlar ise, geminin Myra yerine Patara limanına yanaşmasını fırsat bilip, bu güzel kenti hayranlıkla seyrederken, merakla birbirlerine kentle ilgili sorular soruyorlardı.
Likya’dan ve diğer Küçük Asya kentlerinden getirilen tahıllar, Akdeniz’e açılan bu liman kentine henüz birkaç yıl önce inşa edilmiş olan ambarlarda depolanıyordu. Bundan böyle, Romalılar sık sık bu limana uğrayacaklar ve depolanan tahılları gemileriyle Roma’ya taşıyacaklardı.
Nihayet, limana ulaşmıştık; uzun süredir karaya ayak basmayan mürettebat ve yolcular bir an önce karaya çıkmak için sabırsızlanıyorlardı. Kent limanı, İskenderiye ve Suriye limanlarına göre çok daha sakindi. Binalar, anıtlar ve tapınakların mimari görünümü diğer ticaret merkezlerindekilerden oldukça farklıydı. Bu yapıların benzerlerini vatanım Ksanthos’tan başka hiçbir yerde görememiştim. Geminin bir gün gibi kısa bir süre için limanda konaklayacağını öğrendiğimde, diğer yolcular malların yüklendiği iskele tahtasından limana iniyordu. Bense, karaya çıkma konusunda hala kararsızdım. Yıllar sonra, ülkemin insanları ile tekrar yüz yüze gelmek beni kaygılandırıyordu. Korsan gemisindeyken, kurtulmayı başarabilsem bile, ülkeme hiçbir zaman dönmeyeceğime dair tanrılar üzerine yemin etmiştim.
Kentin geniş caddelerinde dağılan yolcuları uzun süre arkalarından gözlerimle takip ettim. Yaşanan acılara karşın, bu ülke beni öylesine bir tutku ile kendine çekiyordu ki, gemiden inersem bir daha dönmeme korkusuna kapılmıştım. Kentin cazibesi sonunda karasızlığımı yendi ve bir süre sonra kendimi kentin ana caddelerinden birinde buldum. Bir suçlu gibi körfez boyunca yürüdüm; caddelerdeki insanların fiziksel yapıları, davranışları ve konuşmaları bana Ksanthos sokaklarını anımsattı. Esen rüzgarın, kuş seslerinin ve bu zeytin ağaçların yabancısı değildim.
Tenha sokaklardan geçip, ortalıkta kimseciklerin olmadığını geniş bir meydana ulaştığımda, sütunları güneş ışığında pırıl pırıl parıldayan Apollon Tapınağı’nın önüne gelmiştim. Basamaklarda bembeyaz saçlı genç bir kadın oturuyordu. Beni görünce siyah şalı ile yüzünü örttü. Kadın kocaman gözleriyle beni takip ediyor, yaklaştıkça yadırgayarak yüzüme bakıyordu.
“Denizciler genellikle sahilden uzaklaşmazlar, seni tapınağa kadar getiren bir nedenin olmalı?” diye sorarken birden göz göze geldik. Bu kadın Ariana idi! Yıllar önce Ksanthos felaketinde yitirdiğimi sandığım Ariana. “Ariana!…” diye haykırdım. O sakindi, sadece gülümsedi ve, “Rüzgar, Ksanthos’un ateşinde yanan insanların küllerini bütün Likya kentlerine savurdu, yıllar geçti ama küllerin sessi çığlıkları hiç dinmedi; sen Ariana ile karşılaşmadın karşındaki kadın tanrının evine sığınan ölü bir ruh. Ariana burada yok.” dedi. Bir süre birbirimize baktık, ikimizde suskunduk. Sonra Ariana sesini yükselterek “Kentin küllerini deniz aşırı ülkelere taşıyan sen bu ülkeye geri dönemezsin. Kutsal Ksanthos’un suları seni günahlarından arındıramaz. Git buradan ve bir daha geri dönme. Başka bir ülkede kendinle yüzleş.” diye sözlerini tamamladı. Dilim tutulmuştu, hiçbir şey söylemeden Ariana’nın yanık ellerine bakıyordum. Sonra, bu sessizliği bozmam gerektiğini düşünerek, “Efes’e gidiyorum, gemimiz bir geceliğine Patara Liman’ında kalacak. Yarın hareket edeceğiz” dedim. Cesaretimi toplayıp, Ksanthos kenti ile ilgili sorular sordum. Ariana, bu sorularla önce irkildi, daha sonra başını iki yana sallayarak gülümsedi; yutkunarak, “Öyle bir kent yok artık. Romalılar oraya başka bir kent kuracakmış.” dedi yere bakarak.
Patara ve Ksanthos’un kutsal topraklara kurulmuş iki komşu kent olmasına rağmen, Ksanthosluların, Pataralılardan daha onurlu insanlar olduklarını söyledi. Tanrıçanın topraklarını yaşamları pahasına korumak için kent halkının kutsal direnişlerini hatırlattı. Ksanthos felaketinden geriye çok az insan kaldığını ve bunların da hiç kimse ile görüşmediklerini sözlerine ekledi. Pataralılara lanetler yağdırarak, kent halkının korkak ve soysuz olduğunu, canlarını kurtarmak için kentin tüm varlığını Romalılara teslim ettiklerini söyledikten sonra öfkeyle ayağa kalkarak konuşmasına devam etti,
“Bu kentin sokaklarına, topraklarına ve göklerine Ksanthos felaketinin ahtı sinmiştir. Tanrılar, bu onursuzluğu cezasız bırakmayacaktır. Çok işgaller gördü bu kent, Persler, Makedonyalılar, Mısırlılar ve Pontuslular. Yıllar önce Pontus kralı savaş araçları yapmak için kutsal alandaki yüzlerce ağacı keserken, tapınaklardaki rahiplerin bütün yakarışlarına kulak asmamıştı. Bir gün düşünde tanrıların ikazı üzerine bu katliamdan vazgeçmiş, fakat tanrının gazabı da üzerinden hiç inmemişti. Tanrılar bazen insanlara yeryüzünde acı çektirirler, yıllarca süren bu acı bin kez ölmekten daha da kötüdür.”
Ariana’nın son sözleri beni yaralamıştı. İçeriden gelen yaşlı bir kadın sesi sessizliği bozdu. “Ariana buraya gel.” Şalının altından sarkan dağınık saçlarını toplayarak tapınağın kapısından içeri girdi. Büyük kapıyı kapatırken son kez göz göze geldik; o an ona benimle Efes’e gelmesini söyleyecektim, cesaret edemedim. “Artık gitmeliyim” dedi. kocaman gözlerini benden ayırmadan yavaşça kapıyı kapattı.
Limana dönerken kararlı adımlarla yürüyordum: bu ülkenin insanı değildim ve belki de, hiçbir zaman yeni bir ülkem olmayacaktı. Kardeşlerimi, yaşlı babamı ve annemi aklımdan geçirdim. Onlar da, artık Likya ülkesinde yaşamıyordu. Beni acı dolu kötü bir dünyada yapayalnız bırakmışlardı. Tanrılar, Pontus kralına yaptıkları gibi, belki de yıllarca bana sadece acı vereceklerdi. Fakat, yaşadığım sürece bu acıya direnecektim.
O gece düşümde Ariana’yı bedenine sarılmış büyük bir yılanla gördüm. Tapınağın sütunlarına tutunmuş ayakta durmaya çalışıyordu. Panikle ona doğru koştum. Birkaç adım kala durdum kılıcımı çektim. Ariana elini kaldırdı ve “Yapma! ” dedi. Yüzünde mutlu bir ifade vardı.