Kilikya ve Pamfilya  Açıklarında marti

Ertesi gün her zamanki alışkanlığımla yüzümü denize dönüp, Faros adasındaki feneri aradım. Ne var ki, İskenderiye fenerinden uzaklarda Akdeniz’in dalgaları bir başka ülkenin kıyılarını dövüyordu. Sidon limanından kuzeye doğru demir almış, Fenike açıklarında sonu gelmeyen sahiller boyunca ilerliyorduk. Günün erken vakitlerinde, ne kadar da çok gemi limanlarda bekliyor ya da, denizde seyir halindeydi. Adeta kıyı halkı yeni günü denizde karşılıyordu.

Bir süre sonra kıyıdan uzaklaştık, açık denizde yolculuk başlamıştı. Güvertede yüzümü güneşe döndüğünde bir an sonsuzluğun gemiyi rotasından çıkarıp, içine çektiği duygusuna kapıldım. Artık sadece gökyüzü, deniz, güneş ve gemi vardı. Güneş her zamankinden daha parlak ve yakıcıydı. Gökyüzünde bir tek bulut bile yoktu. Suriyeli tüccarlar sonsuzluk ve gökyüzüne pek aldırdıkları yoktu; kendi aralarında hararetli hararetli bir şeyler konuşuyorlar, sık sık mal ve para hesapları yapıyor, zaman zaman da hep birlikte kahkahalarla gülüyorlardı. Seslerini göklerdeki kutsal varlıklara duyurmak istercesine arsızca yükselten bu insanların, sonsuzluğa meydan okuyan zavallı cüretkar cüceler olduklarını aklımdan geçirdim. Hiçbir zaman onlar gibi mutlu bir insan olamayacaktım. Ulaşmak istediğim yerlerin ve varlıklarının düşünde mutluydum sadece. İnsan her zaman mutlu olamazdı, sürekli bir mutluluk, ölümlülerin varoluşuna aykırıydı. Mutluluğun, içimde bir volkan gibi büyüttüğüm heyecanımı yok edeceğinden her zaman korkmuşumdur. Mutluluk ve mutsuzluğun birbirini çoğaltan ve de azaltan kavramlar olduğunu düşünürdüm; biri olmadan diğeri varolamıyordu; gece ile gündüz gibi. Ölümlüler için yaşam umut ve mücadelelerle doluydu. Tanrıların sırrını çalan Prometheus’un karaciğerinin kartallar yedikçe çoğalması gibi. Direndikçe kartalların çoğalarak tekrar tekrar saldırması, kartallar saldırdıkça ciğerinin yeniden oluşması gibi. Acı ve sevinç iç içeydi. Ben bunları düşünürken, Anemourion sahillerinde kaybettiğim Cleon dalgaların üzerinde bana gülümsüyordu.

Yapayalnızdım bu koca Roma gemisinde. Timon yanımda olsaydı, bu yolculuk daha farklı olacaktı; oysa, sevgili dostumdan sadece anıları kalmıştı. İskenderiye’de geçirdiğim son günleri düşündüm. Timon ölümüyle, kralın sırrını da toprağa gömmüştü. Gün geçtikçe, Pontus kralından Timon’a geçen illet tutkunun, bana da bulaştığından daha da emin oluyordum. Kral ölümlülerin yazgısını paylaşmak istememiş ve çok zor bir işi başarmıştı. Tanrıların düzenine ve zamana başkaldırırken, onların sırrına ulaşmak için bir ömür harcamıştı. Bu uğurda büyük acılar yaşamış, çevresine de yaşatmıştı. Tanrılar ona hiç rahat vermemişler, dünyanın en güçlü ordularını birbiri ardı sıra üzerine göndermişlerdi. Kim dayanabilirdi ki böylesi bir yaşama! Sonunda gücü tükenmişti. Timon’u ise, sadece kralın başına gelenler yıldırmaya ve korkutmaya yetmişti; o, tanrıların gücüne inanır ve onların gazabından korkardı. Pontus kralı gibi acılar içerisinde yaşamamak için, kralın sırrından kaçmayı tercih etmişti. Oysa yok etmeye cesaret edemediği bu sırdan kaçarak ruhunu huzura kavuşturamamış, ondan yakasını kurtaramamıştı.

Bana bir umut vaat etmeyen yaşama katlanabilmem için, başka bir dünyada olduğunu sandığım tanrısal yaşamın sırlarını, yeryüzünde aramaya kararlıydım. Bunun bedelini ne olursa olsun ödeyecektim. Geminin küpeştesine tutunarak yüzümü durgun denizde görmek istedim. Başaramadım. Deniz hiçbir zaman yüzümü görmeme izin verecek kadar durgun olmayacaktı. Yüzümü görebilseydim, belki de, neden değiştiğimi sorgulayabilecektim. Ancak akıntılar ve dalgalar buna engel oluyordu; bu engeller hep olacaktı. Narkissos’un durgun gölde güzel yüzünü gördüğünde ne kadar mutlu olduğu aklıma geldi. Güzelliğinin verdiği mutluluk ona yetmişti. Ama ben, kendimi görmek için durgun bir gölü değil, denizi tercih etmiştim. Asıl önemli olan, dalgalı sularda bir şeyler görebilmekti. Güzel ya da çirkin, sadece bir şeyler görebilmek!

Başımı güneşe çevirdim, gözlerim kamaştı. Sonsuz mavilikte kimi zaman beyaz, kimi zaman sarı, açık yeşil bazen de kırmızı oluyordu. O da, denizin içinde doğarken yitirdiği yüzünü arıyordu. Şanslıydı, nasıl olsa gün batarken bulacaktı. Oysa ben!.. Gözlerimi kapattım, sarı ışıklar hala geziniyordu.

Sessiz denizde gemi, masmavi bir kumaşı acımasızca yırtarcasına hızla ilerliyordu. Bir süre sonra kara bir bulut kümesi ile, kapanan gökyüzü Poseidon’la işbirliği yapan Zeus’un çaktığı şimşekle iki parçaya ayrılmıştı. Deniz önce açık yeşil renge büründü, sonra gitgide koyulaştı. Bulutları seyre koyulmuşken, soğuk bir rüzgarla ürperdim. Kara bulutları yaran bir martı hızla gemiye yaklaşıyordu. Bu, önceki gün eşini terk eden martıydı. Epeyce yaklaşmışken, denize doğru pike çekti. Birazdan denize çakılacak olan kuşu görmemek için yüzümü çevirdim. Martı çevik bir manevrayla yelkenlerin arasından kıvrılarak süzüldü; kanatlarını çırparak tekrar gökyüzüne yükseldi. Derin bir nefes aldım. Mürettebat panik halindeydi. Yağmur taneleri düşerken direklere tırmanan denizciler telaşla yelkenleri toplamaya koyulmuştu. Martı birazdan çıkacak fırtınayı haber vermek için geminin etrafında uçmuyor, çırpınıyordu.

Zeus’un öfkesiyle fırtına gürleyerek, infilak ederek geliyordu. Şimdiye kadar görülmemiş bir fırtınaydı bu. Gemi kontrolden çıkmış, bilinmeyen bir yöne doğru sürükleniyordu. Yelkenler yırtılmıştı. Dev dalgalar birbiri ardı sıra geliyor, bazıları geminin üzerinden aşıyordu. Kabaran dev dalgalar arasında bir o yana, bir bu yana savruluyorduk. Fırtınanın gücüne dayanamayan denizcilerin ve biraz evvel kahkahalarla gülen yolculardan bazılarının denize uçtuğunu gördüm. Diğerleri ise, küpeşteye ve pruva direğine sımsıkı sarılmış yazgılarını bekliyorlardı. Fırtınanın uğultusu içinde bir çatırdama sesi duyuldu; Seren direği de kırılmıştı. Çaresiz denizcilerin gözlerinde sadece korku ve dehşet vardı. Gökyüzünde martının pike çekerek gemiye ikinci kez yaklaştığını fark ettim. İyice yaklaştığı o an, martının gözlerini gördüm. Dikkatle baktım, donakaldım: Martının gözleri benim gözlerimdi. Martı karanlık suları yararak denize gömüldü ve bir daha çıkmadı.

Martının kaybolmasıyla fırtınada dinmişti. çevremi yokladım, bütün denizciler ölmüş, yerlerde yatıyorlardı. Denizin ortasında, fırtınadan harap olmuş gemide tek başınaydım. Denize baktım, durgundu. Üzerimdeki cesedi iterek doğrulmaya çalıştım. Kendimi biraz daha toparladıktan sonra ayağa kalktım. Ellerimi yüzüme götürdüm, her tarafımın tamamen çamura bulanmış olduğunu fark ettim. Denize bir daha baktım. Bu bir deniz değil, durgun ve kıvamlı sonsuz bir çamur deryasıydı.

O anda bir kuş olup, uçmayı istedim. Bu çamur deryasından uzaklaşmayı, olabildiğince yükselmeyi. Bulutların üzerinden başka limanlara uçmalı ve o limanlarda yaşamalıydım. Sonra o limanların, gitmek istediğim ülke olmadığını, başka yerlere gitmem gerektiğini aklımdan geçirdim. Hiçbir limana ulaşamayacağımı, gitmek istediğim yerin henüz var olmadığını düşündüm…

Bir Önceki Yazı

Bir Sonraki Yazı