Pontus Kralının Sırrı
İskenderiye stadyumunda tanık olduğum vahşet sonrasındaki günlerde kentin sokaklarında pek görünmedim. Aradan günler geçtiği halde, o gün tanık olduğum vahşi görüntülerin etkisinden hala kurtulamamıştım. Bütün bunların yanısıra, İskenderiye meydanlarında arada sırada görmek zorunda kaldığım infaz törenleri beni her geçen gün bu kentten soğutuyor, Likya’daki mutlu günlerimin özlemine sığınıyordum. Aradığım özgürlük ülkesini ne yazık ki, İskenderiye Kütüphanesi’nin tozlu raflarında da, bulamamıştım. Yıllar önce hayalim, bir gemiye binip dünyayı gezmek, değişik ülkeler görmek, çeşitli insanlarla tanışmaktı. Yazgım beni gemilere bindirmiş, değişik ülkeler gezdirmiş, çeşitli insanlarla tanıştırmıştı, oysa hiçbir şey beklediği gibi olmamıştı. Moiseon’daki bu kütüphane, batan bir geminin ardından sığındığım kocaman bir adaydı benim için. Dünya ile bağlarımı bu adadan kurmaya çalışıyordum.
Bazen, okuduklarımla ilgili geç vakitlere dek Timon’la tartışıyor, ona Aristoteles’nin ve Platon’un eserlerinde bahsettiği ideal toplum yapıları ile ilgili sorular soruyordum. Timon, yıllar önce İyonya’da yaşanan Aristonikos ayaklanmasının başarısız sonuçlarını anlatıyor, köle lideri Spartaküs’un bile Roma ile baş edemediğinden söz ediyordu. Yaşamın kendi kuralları olduğunu ve onları olduğu gibi kabul etmek gerektiğini söylüyordu. Bir keresinde, tartışmayı oldukça uç bir noktaya getirdiğimi düşünerek şöyle demişti:
“İkarus, özgürlük ile ilgili düşüncelerin, akıl sınırlarının dışına taşıyor. Unutma ki, özgürlük sadece iyi olan değil, aynı zamanda akla uygun olandır. Hayatın akışı hiçbir zaman bizim planladığımız gibi olmaz. Böyle olmasını istemekse, çoğu zaman budalalık ve körlüktür. Sen kafanda yarattığın dünyanın gerçek olmasını istiyorsun; ne var ki, olaylar hiçbir zaman senin istediğin gibi gelişmez; nasıl olacaksa öylece gelişir. Tanrıların kuralıdır bu. Kutsal varlıkların önüne geçemezsin. Bunu zorlarsan, bunun bedelini sadece sen değil, seninle birlikte başkaları da öder. Tanrılar bize düşünce, arzu ve umut vermişler, biz bunları kullanırken özgürüz ama ne yazık ki, elimizde olmayan bir çok şey karşısında da zayıf ve esir ölümlüleriz, bunu sakın aklından çıkarma!”
Timon uzun yaşamı boyunca pek çok insan tanımıştı. Bunların çoğu yaşadığı ülkelerin soyluları, filozofları ve saray görevlileriydi. Zaman zaman yüksek rütbeli Romalı komutanlar, valiler ve krallarla da birlikte olmuştu. Her zaman ölçülü davranmış, duyguları hiçbir zaman aklının önüne geçmemiş ve olacakları önceden kestirerek tedbirlerini almıştı. Sözgelimi, Pontus kralı ile ilişkilerinde bir çok kez zor kararlar vermesi gerekse de, aklın yolunu bulmuş, kral ondan hep hoşnut kalmıştı. Üstelik kral uzun zaman himayesinde bulundurduğu bir çok değerli görevliyi cezalandırmış, bazılarını da öldürtmüştü. Oysa o, her zaman kralın gözde adamlarından biri olmayı başarmıştı. Günün birinde kral Pergamon’dan kaçıp, ülke Romalıların eline geçtiğinde bile, bir yolunu bulup, Romalı yöneticilerle de dost olmayı başarmıştı. Her dönemde çevresindeki kişiler onu saygın biri olarak görmüşlerdi. Bense böylesi bir kişiliği içime sindiremiyordum. Oysaki, hayatta kalmamı ve özgür bir insan olarak yaşamamı onun aklına borçluydum.
Sözlerim zaman zamanTimon’u kızdırsa da, tartışmaları uzatmaz ve genellikle konuyu değiştirerek yaşlı dostumu üzmek istemezdim. Onun anlattığı gibi ben de yaşamın gerçeklerinin farkındaydım. Bu dünyanın yaşanılabilir olması için, her şeyin temelden değişmesi gerektiğine inanıyordum. Aklının doğru bulduğunu hiçbir şeyi inkar etmek istemiyordum. Doğrularım yaşamın gerçeği ile uzlaşmasa bile, doğrularımı savunmam gerekirdi.
Bir seferinde ona filozofların bazı doğruları açıkça söyleyemedikleri için toplum önünde suçlu olduklarını, böyle davranarak halka karşı da sorumluluk duygusundan uzak olduklarını söylemiştim. Önce bir süre bana baktı, yine de akıllanmayacağımı bildiği halde filozofları savundu,
“Filozoflar, halkın çıkarları ile kralın çıkarları uzlaşmasa bile, hiçbir zaman halkı krala karşı isyana teşvik etmezler; çünkü onlar asi değildirler. Onların görevi sadece inançlarındaki özgürlüğü korumaktır. Kralın otoritesini yok etmek, halka daha çok eziyet çektirecekse, filozoflar bunun yanında olamazlar. Onların amacı, bu otoritenin iyi şeyler için kullanılmasını sağlayabilmek olmalıdır.”
O gün Timon son söylediği cümleyi öksürüğe boğulduğundan zor tamamlamış, uzun süre kendini toparlayamamıştı. Son günlerde oldukça yorgun ve bitkin görünüyordu. Konuşurken alnında ter damlacıkları birikiyor, sabahları durmadan öksürüyor, eskisi gibi sahilde uzun yürüyüşler yapamıyordu. Bütün ısrarlarıma karşın, Mısırlı hekimlere görünmeyi asla kabul etmiyor, hastalıklarını kendi kendine yenebileceğini, Mısırlı hekimlerden tedavi konusunda çok daha bilgili olduğunu iddia ediyordu. Mısırlı hekimlerin büyülü sözlerle hazırladıkları ilaçlara ise, hiç güvenmiyordu. Mısırlıların hastalıkların nedeninin besinlerden kaynaklandığına inanmaları ve tedaviyi ona göre yönlendirmeleri, Timon’a göre inandırıcı bir yöntem değildi.
En çok şifalı olduğuna inandığı bitki, her derde deva olduğunu düşündüğü lahana idi. Evde, lahana ile hem ağızdan alınabilecek ilaçlar hem de deriye sürülebilecek merhemler hazırlıyordu. Diğer bazı bitkisel karışımları, taze lahanadan hazırladığı ilaçlarla birlikte alıyordu. O, İyonyalı hekimler gibi şifanın ilacın gücünden geldiğine inanıyor, çeşitli bitkilerden elde ettiği karışımları bedenine sürüyordu. Timon’a göre tanrılar ve ruhlar doğanın kişiselleşmiş güçleriydi, hem hastalıklara yol açar, hem de onları iyileştirirlerdi. Hastalığın tanısı, seyri ve önlenmesinin tamamen kutsal güçler tarafından kontrol edildiğini düşünüyordu. Özellikle şifa tanrısı Asklepios’a dualar okuyordu. Pergamon’dayken sık sık ziyaretine gittiği tapınakta hem şifa tanrısına, hem de onun babası Apollon’a dua ettiğini söylemişti.
Pontus krallının kendisini tanrı yerine koyarak uyguladığı olağanüstü tedavi yöntemleriyle, şifa tanrısına karşı geldiğini düşünürdü. Krala bu işlerinde yardım etmek zorunda kaldığı için vicdanı yaşamı boyunca hiç rahat etmemiş. Tanrıya işlediği bu günahlardan dolayı ne kadar af dilese de, tanrının onu affetmeyeceğini biliyordu. Yaşamı boyunca, kralın emriyle yaptıklarından dolayı pişmanlık duygusundan ne yazık ki kendini kurtaramamıştı. Oysa, Pontus kralı ile geçirdiği birkaç yıl, yaşamı boyunca elde ettiği en önemli deneyimlerini içeriyordu. Hala, kraldan öğrendiği reçetelerle ilaçlar yapmaya devam ediyordu. Bir yandan tanrılara suçlarının affedilmesi için yakarırken, diğer yandan da bu suçu işlemeye devam etmesi tam bir çelişkiydi. Uzun yıllar yaşadığı bu çelişkiden dolayı yüzüne sinen huzursuzluk ifadesi hemen ilk görüşte anlaşılabilirdi.
Önceleri baş ağrıları ile başlayan hastalık, sonraları hafif ateşin zamanla artmasıyla şiddetlenmişti. Bazen iyileşme görülse de, ateşi hiçbir zaman düşmüyor, son günlerde öksürüklerin ardı arkası kesilmiyordu. Bitkilerden yaptığı ilaçlar önceleri biraz işe yarasa da, artık fayda etmez olmuştu. Ama o, yine de, şiddetli ateş nöbetlerinde bile ceviz, incir ve sedef otları ile ördek kanından yaptığı karışımı hazırlamayı ihmal etmiyordu. Birkaç kez de, ben bu karışımı hazırlamak zorunda kalmış, Timon’un ısrarı ile bu garip sıvıyı kendimi zorlayarak içmiştim. Gün geçtikçe Timon, hastalığının havadan kaynaklandığına kendini daha çok inandırıyordu. Ülkenin havasının ona iyi gelmediğini bahane ederek, vatanına, Efes’e gitme isteğini sık sık yeniliyordu. Bense, Mısırlı hekimlerin Timon’un hastalığı ile ilgili söylediklerini tekrar ediyordum. Onlar, Timon’un hastalığı için en uygun yerin İskenderiye olduğunu, dünyanın dört bir yanından hastaların iyileşmek için buraya geldiklerini söylüyorlardı. Kentin ılıman ikliminin bu hastalığa iyi geldiğini, hastaların iyileşip tekrar ülkelerine döndüklerini anlatarak onu İskenderiye’de tedavi olması için ikna etmeye çalışıyordum. Oysa Timon hastaların içindeki kötü ruhlardan arınmadan şifa bulunamayacağına inanan Mısırlılar yerine, Yunanlı hekimlerin inandığı gibi dört temel sıvının, kan, balgam, sarı ve yeşil safranın vücudun dengesini oluşturduğunu düşünüyordu. Sıvı dengesinin bozulduğu için her geçen gün ağırlaşan hastalığının daha da kötüye gittiğinin farkındaydı.
Dinmeyen öksürüklerin ve kan tükürüklerinin artması, beni telaşlandırıyor, çoğu zaman Moseion’a gitmek yerine zamanımın büyük bir bölümünü evde, Timon’la geçirmek zorunda kalıyordum. Bir keresinde hekimler onun ateşe tükürmesini istemişler, ateşte kötü bir koku oluştuğunda da, hastalığın ciğerlerinden kaynaklandığından emin olmuşlardı.
Timon’un hastalık karşısındaki sabrı beni şaşırtıyordu. Ağrılara direniyor, ateşe dayanıyordu. Benim ve kölelerin olmadığı zamanlarda bile susuzluğa dayanıyor, sabırla bekliyordu. Artık kendi ilaçlarının fayda etmediğinin o da farkındaydı. Bir gün, geç bir vakitte eve döndüğümde benim içeriye girdiğimi fark etmemişti. Kapı aralığından onu yatağında doğrulmuş ve şifa tanrısına sitemle mırıldanırken gördüm,
“Ulu Asklepios, bir ölümlü olarak, belki de günahların en büyüğünü işlediğim için, yaşamım boyunca senin yüce evini ziyaret etmeyi hiç ihmal etmedim. Tanrıların gücünü kendi içinde yaşatmak isteyen bir ölümlüye yıllarca hizmet ettim, ama sen de şahidimsin ki, bu günahı isteyerek işlemedim. Sen, ona güç vererek onu ölümsüzlükle cezalandırmıştın. Kralın peşinde koştuğu tanrısal bir ruhtu, oysa sen ona ne tanrısal ruhu verdin, ne de bütün ölümlüler gibi huzurlu ölüm. Yaşamının son yıllarını büyük acılar içinde geçirdiğini biliyorum. Belki de, ölümsüzlük yeryüzünde insanoğluna verilebilecek en büyük cezaydı. O, tanrısal bir güç taşıdığına inanıyordu. Bütün isteği, Makedonyalı İskender gibi büyük bir uygarlık kurmak ve insanlarına daha güzel bir dünya bağışlamaktı. O yaşamını buna adamıştı ulu tanrım. Fakat yüce idealleri uğruna insanoğluna istemeden büyük acılar yaşattı. Yaptıklarının hepsini de iyi niyette yaptı inan ki! Tanrının gücünü taşıdığına o kadar inanıyordu ki, bağışla beni; beni de inandırdı. Önceleri onun yeryüzüne inmiş bir tanrı olduğuna inanmıştım. Ölümünden yıllar sonra tanrıların kutsal sırrını çalan bir ölümlü olduğunu ancak anlayabildim. Onu da bağışla! O bir tanrı olduğuna inanıyordu. Onun bir ölümlü olarak cesareti ve bilgisi ne TroyalıHektor’dan, ne de Büyük İskender’den azdı. O da, bütün yaptıklarını tanrılar adına yaptı. Ama sen de biliyorsun ki, kralın sırrını ele geçirdiğim halde hiç kullanmadım. Üstelik yaşamımı ortaya koyarak Romalıların eline geçmesini engelledim.
Sana yalvarıyorum tanrım, beni bu azaptan kurtar! Senin buna gücün yeter. Ya al canımı, memleketimden bu çok uzak topraklarda öleyim, ya da şifa ver bana, yaşlı bir adam olarak hizmetinde birkaç yıl daha yaşayayım.”
Kaskatı kesildim, uzun süre kıpırdamadan bekledim; kendimi toparlayana kadar Timon’un odasına girmedim. O gece ondan korkmuştum…