Ada; Mutluluk Ülkesi
Günbatımında, güneşin cansız ışıkları deponun yüksek pencerelerinden çekilirken, Platon’un Timailos ile ilgili bölümlerini bitirmiş, Kritias’la diyaloglarını okumaya başlamıştım. Öğleden sonra yediğim çöreklerin etkisiyle ağırlaşan gözlerim kapanıyor, uzun süredir okuduğum papirüs rulosu yavaş yavaş ellerimden aşağıya doğru kayıyordu.
Fırtına sonrası kaybolan korsan gemisi nihayet bir kara parçasına yaklaşmıştı. Sisler dağıldıkça, yaklaştığımız kara parçasının çok düzgün, dairesel biçimli bir ada olduğunu ayrımsadım. Gemi yüksek duvarlarla çevrili bu adanın etrafında yarım tur döndükten sonra, iki tarafında dev sütunları olan bir su kanalından içeri doğru süzüldü. Gemidekiler burasının dairesel bir ada değil de, iç içe geçmiş halkalardan oluşan kara parçalarından oluştuğunu kavrayabildiklerinde şaşkınlıklarını gizleyemediler; sanki, tanrı eline bir pergel almış, denizin ortasına iç içe geçmiş düzgün halkalar çizmişti. Kara parçaları denizden oldukça yüksekteydi. Üzeri kapalı tünel geçitten geçerken üç kürekli korsan gemisindeki forsalar bir yandan kürekleri çekiyor, diğer yandan da başlarını kaldırmışlar, şaşkınlıkla yüksek yamaçları seyrediyorlardı. Birinci halkanın tepesinde dörtnala koşan yarış atların nal sesleri duyulabiliyor, atları koşturan savaşçıların miğferli başları kolayca seçilebiliyordu. Yüksek duvarların tamamen bakırla kaplanmıştı. Gemi iç içe geçmiş halkalardan oluşan su kanallarının birinden ötekine geçiyordu. Korsanların ve biz forsaların şaşkınlığımız sabırsızlığa dönüşmüş, limana yanaşan diğer gemileri merakla seyrediyorduk. Karşımıza gelen ikinci kara parçasının duvarları kalayla, üzerindeki kale ise, altın ve bakır cevheriyle kaplıydı. Altın kaplamalı kale duvarları çözülen sisten sızan güneşin ışıkları ile ışıl ışıl parıldıyordu.
Halkalardan oluşan kara parçalarından sonra, karşımızda genişçe bir daireden oluşan bir ada kent belirdi. Korsanlar adanın etrafında demir atacak bir liman ararken, kentin girişindeki birbirinden güzel evleri ve diğer büyük binaları incelemekten kendimi alamıyordum. Adanın tam orta yerinde gökyüzüne uzanan oldukça yüksek bir tapınak vardı. Uzaktan gördüğüm bu tapınak gümüş gibi parlıyordu. Tapınak kente öylesine hakimdi ki, bu güzel kenti görebilmek için gelenlerin mutlaka bu tapınağa ulaşmaları gerektiğini aklımdan geçirdim. Limanda birçok gemiden mallar indirilirken, çeşitli ülkelerden gelen tüccarlar adadaki yetkililerle yüksek sesle bir şeyler konuşuyordu. Korsanlar karaya çıktıklarında forsaları unutmuşlar, herkes büyülenmişçesine kentin içine gelişigüzel dağılmıştı.
İç kısımlara doğru uzanan ana caddede yürümeye başladım. Son derece itina ile yapılmış güzel evlerin ve devlet binalarının önünden geçerken, kentin mera alanlarında otlayan, bir çok evcil hayvan gördüm. Beni etkileyen en ilginç şeylerden biri de, bu kenttin caddelerinde bir çok filin başıboş gezinmesiydi. Kent halkı bu koca yaratıklara aldırış etmeden kendi halinde gündelik yaşamını sürdürüyordu. Güzel kokuların yayıldığı bahçelerdeki meyve ağaçları dallarındaki olgun meyvelerini yola sarkıtıyorlardı. Yol boyunca uzanan çınar ve söğüt ağaçları bahçelere ve yeşil alanlara akan su kanallarını takip ediyorlardı. Bu kanalların üzerine özenle yapılmış birbirinden alımlı köprülerden geçerken, buharların yükseldiği bazı kanalların yakınından yüzüme tatlı, ılık ve nemli bir hava vuruyordu. su ile iç içe yaşayan kent, her adımda beni daha da büyülüyordu. Belli ki, bu kanallardan akan sıcak sular kentin çeşitli yerlerinde sıklıkla yapılmış hamamlara su taşıyorlardı.
Nihayet, kentin tam ortasındaki büyük tapınağa yaklaşmıştım. Yüksek duvarların üzerine inşa edilmiş kemerleriyle gökyüzüne uzanan tapınağın duvarları gerçektende gümüşle kaplıydı. Her tarafı altından yapılmış çitlerle çevrili tapınağın bahçesine girdim. Rengârenk çiçeklerle donanmış bahçenin içinden yürüyerek tapınağın önüne kadar yürüdüm. Tapınağın çevresindeki Olympos tanrılarının heykelleri öylesine güzel yapılmışlardı ki, hiçbir ayrıntı atlanmamıştı. Likya’daki heykeltıraşlar bile, böylesine güzel heykeller yapamazlardı. Yüksek merdivenlerden çıkarak büyük bir kapıdan içeriye girdim. Bu güne kadar hiçbir tapınakta böylesine yüksek ve geniş bir tavan görmemiştim. İç duvarlar fildişi ile, tavanı ise, altın ve daha önce hiç görmediği çeşitli cevherlerle kaplıydı. Binanın içerisinde de, dışarıdaki gibi tanrı heykelleri vardı ve bunlar altından yapılmışlardı. Benim için en şaşırtıcı olan ise, bir savaş arabasında ayakta duran bir tanrı heykeliydi ki, tanrının başı neredeyse tavana değiyordu. Arabanın önündeki koşar durumdaki atın altı tane kanadı vardı. Bu tanrıyı Likya’daki efsanevi kahraman Belerofon’a benzettim. Atı ise yine onun uçan atı Pegasos olmalıydı. Yunus balıkları ve onların üzerindeki nereid kabartmaları tapınağın sihirli iç görünümünü tamamlıyorlardı.
Tapınaktan çıkarken, sunak ve çevresinde bir çok armağanlar bulunduğunu gördüm. Liman tarafından gelen pek çok kişi armağanlarını sunağa taşıyordu. Tapınağın girişinde uzun boylu, beyaz saçlı yaşlı bir adam sütunlara yaslamış ayakta duruyordu. Adamın uzun, dalgalı saçları omuzlarından aşağıya, lüle lüle sakalları ise göğsüne kadar uzanıyordu. Yaklaşınca, donuk gök mavisi gözleri ile karşılaştım; ürkütmüştüm ama adamın yüzündeki gülümse beni rahatlattı.
Yaşlı adam, bileklerimdeki zincirlerin şıkırtılarını kocaman kulaklarını oynatarak takip ediyordu. Bana kim olduğumu sordu. Bu adaya henüz sabah gemiyle geldiğimizi, korsanların elinde tutsak bir kürekçi olduğumu söyledim. Kenti görünce korsanların biz tutsakları unuttuklarını, her birimizin sokak aralarında kaybolduğumuzu, başı boş kentte gezinirken her şeyin beni adeta büyülediğini ve burasının yeryüzünde bir eşinin olamayacağı kadar güzel bir ülke olduğunu anlattım. Bir korsan gemisinde tutsak olduğumdan dolayı böylesine harika bir ülkede yaşayamayacağım için çok üzgün olduğumu yakınarak söyledim. Yaşlı adam, tutsak veya köle olmanın önemli olmadığını, asıl tutsaklığın insanoğlunun ruhunda olduğunu söyleyerek yakınmalarıma karşılık verdi. Böylesine güzel ve her şeyin bol olduğu bir ülkede bile soylu ve zengin insanların da mutlu olamayacaklarını; çünkü ruhlarının tutkularının tutsağı olduğunu söyledi. Birlikte tapınağın bahçesinde inmek üzere, dışarı çıktık. Adam gün ışığına çıktığımızda gökyüzünde bir şeyler arıyormuş gibi başını kaldırdı ve yürümeye devam etti. Merdivenlerin başında ayakları ile basamakları arayınca, onun gözlerinin görmediğini anladım. Yardım etmek istedim; fakat adam buna izin vermedi ve basamakları kendi başına indi.
Bahçede ona ada ile ilgili sorular sordum. Derin bir nefes aldıktan sonra rahatladı ve adanın hikayesini anlatmaya başladı:
“Tanrılar yeryüzünü paylaştıklarında üzerinde gezdiğimiz bu topraklar denizlerin tanrısı Poseidon’un payına düşmüştü. Aslında eskiden burası bir ada değil, geniş, uçsuz bucaksız bir ovaydı. Ovanın etrafı şu uzaklarda gördüğün ormanlarla kaplı dağlarla çevriliydi. Bu dağlarda tatlı su kaynakları vardır. Ayrıca her türlü av hayvanı ve dünyanın hiçbir ülkesinde yetişmeyen yemişlerin bulunabileceği ovanın toprağı da çok verimliydi. Tanrı tapınağın bulunduğu bu tepeye geldiğinde bu toprakları çok beğenmiş. Üstelik bu topraklarda yaşayan ölümlü bir kıza aşık olunca, onunla evlenerek buraya yerleşmiş. Tanrı ile ölümlü kızın evliliğinden çocuklar doğmuş, nesilden nesile insanlar çoğalmış. Tanrı Poseidon’un yardımı ile ovayı ve bu tepeyi yeniden düzenlemeye karar vermişler. Ovanın etrafını kazıp ormanlarla çevrili daire biçiminde geniş bir su kanalı yapmışlar. Bu kadar kusursuz böyle bir kanal senin de gördüğün gibi ancak bir tanrının yardımı ile yapabilirdi. Sonra, adanın içinde bir kara parçası oluşturarak, şu karşıda yarış arabalarının koşuşturduğu alanı inşa etmişler. Yine aynı şekilde sulardan ikinci bir halka kanal inşa ederek, bu üzerinde bulunduğumuz akropol ve tapınağın bulunduğu dairesel kara parçasını oluşturmuşlar. Ova oldukça korunaklı bir halde iç içe geçmiş halkaların ortasında dairesel bir adaya dönüşmüş. Bu sayede dışarıdan gelen düşmanlar hiçbir zaman adaya girememişler.
Bu topraklarda suları sıcak ve soğuk olan iki ayrı kaynak bulunmuş. Kaynak sularını kentin her tarafına kanallarla taşınarak, sıcak su sayesinde hiçbir ülkede olamayacak kadar çok hamamlar yapılmış. Karşıdaki ormanlardan çeşitli ürünler ve keresteler su kanalları vasıtasıyla kent merkezine kadar taşınmış. İnsanlar önceleri bu kanalların yapımında çok sıkıntı çekmişler ama, daha sonra her şey kolaylaşmış. Bugün kent içindeki bütün ulaşım su yolları sayesinde kolaylıkla sağlanıyor. Dağlardan getirilen odunlar bile, su yollarıyla kent merkezideki limanlara su yoluyla taşınıyor. Zaten verimli olan topraklarımız, ormanlardan taşınan ürünlerle bolluk ülkesine dönüştü. Ülke ürettikleriyle kendi kendine yeter hale geldi. Bu ülke de hayvanlar bile mutludur. Onlara sağlanan olanaklar başka ülkelerde insanlara bile sağlanmaz. En dış halkada spor alanları ve dünyanın en geniş yarış pistlerine sahip olan çeşitli yarışmaların yapıldığı, karşıda gördüğün şu hipodrom yapılmış.”
Yaşlı adam asasından güç alarak eğildi, tapınağın basamaklarına oturdu. Donuk mavi gözlerini eski günlerin özlemi ısıtmıştı. Eli ile benim de oturmamı işaret ederek konuşmasına devam etti,
“Eskiden her şey farklıydı. İnsanlar arasında tam bir iş bölümü vardı. Rahipler kentte krallarından sonra gelen ayrıcalıklı bir sınıftı. Başka ülkelerdeki gibi hiçbir zaman görevlerini istismar etmezler, tanrıların buyruklarını insanlara en doğru şekilde aktarırlardı. Zanaatkarlar çobanlar ve avcılar kentin ihtiyaçlarını hiçbir zaman kendi çıkarlarının üzerinde tutmazlar, sadece kent için çalışırlardı. Çünkü bilirlerdi ki, halkın mutluluğu kendi mutluluklarıydı. Toplum tamamen mutlu olmaz ise, rahiplerin mutluluklarının bir önemi yoktu. Savaşçılar ise, özenle yürütülen bu düzenin bozulmaması için gün boyunca savaş sanatlarında ustalaşırlar ve kenti korurlardı. Karşıda hipodromun bulunduğu toprak parçasının diğer tarafında asker kışlalarını görebilirsin.”
Yaşlı adamın kör olmasına karşın, kente bu derece hakim olabilmesini şaşkınlıkla izliyordum. Adam, göremediği şaşkınlığımı anladı ve gülümseyerek sözlerine devam etti:
“Fiziksel olarak kör olmak, benim için hiçbir zaman önemli bir sorun olmadı. Bu kentte nice insan tanırım ki, sağlıklı gözleriyle bakarken göremezler. Akıl olmasaydı gözler neye yarardı? Bu ülkede son yıllara kadar krallar her zaman kahinlerin ve bilginlerin görüşlerine önem vermişlerdi; çünkü onlar ileriyi görür ve ülkenin geleceği ile ilgili konularda kralları uyarırlardı.”
Yayağa kalktık. Üzerinde çok düzgün ve güzel harflerle bilmediği bir dilde yazılmış büyük bir sütuna yaklaştık. Yaşlı adam titreyen ellerini sütunun üzerindeki yazılarda gezdirerek sözlerine devam etti,
“Bu ülkenin bütün yasaları, işte bu sütunun üzerinde yazılıdır. Bu yasalar halkımızın daha mutlu yaşaması için yazılmıştı. Dostluk ve kardeşlik bu yasalar sayesinde yıllarca korundu. Göklerin altındaki en mutlu ve zengin ülkeydi burası. Ne var ki, zenginlik arttıkça sorunlar da arttı. Şehvet düşkünü insanlar yaşamdan daha fazla pay alabilmek için birbirlerine haksızlık ettiler. Eskiden her şey halkın malı idi, ama insanlar bu malları elde etmek için birbirleriyle yarıştılar. Bununla yetinmeyip, başka ülkelerde yaşayan insanların da mallarına el koydular. Kendi refahları için diğer insanları fakirleştirdiler. Savaşlar çıkarıp, mutlu ülkelerin insanlarını mutsuz yaptılar. Tanrılar her şeye karşın bu ülkenin insanlarını affettiler ve onları korudular.”
Mutluluk ülkesine geldiğime kendimi öylesine alıştırmıştım ki, yaşlı bilginin sözleri ile hayal kırıklığına uğramıştım. Bu uzak ülkenin insanları bile, tanrıların onlara cömertçe sunduğu böylesine mükemmel bir hayatı içlerine sindirememişlerdi. Belki de, yeryüzünde mutluluk ülkesi yoktu ve hiçbir zaman olmayacaktı. Tanrılar insanların içine kötülüğü bilerek sokuyor ve böyle bir dünyayı yönetmek istiyorlardı. Her şeyin iyi gittiği bir dünyada tanrılara ne gerek vardı ki?
Ben onun anlattıklarını düşünürken, yaşlı adam bir sütuna dayanmış, dikkatini uzaklara, ufkun ötesine yönlendirmiş, kendi kendine bir şeyler mırıldanıyordu. Birden bana, “Benim duyduklarımı duyabiliyor musun?” diye sordu. Yaşlı adamın telaşlı yüz ifadesinden etkilenerek dikkatimi toparladım fakat hiçbir şey duyamadım. Sonra yaşlı adamın baktığı yöne çevirdim başımı ve dikkatle denize baktım. O an da heyecana kapıldım ve yaşlı adama panikle,”Deniz kabarmış ve kente doğru dev dalgalar geliyor!” diye bağırdım.
Lacivert giysili rahipler tapınağın etrafında koşuşturuyor, kentteki insanlar panik içinde dört bir yandan telaşla tapınağa çıkan dik yolları tırmanıyorlardı. Dalgalar kente yaklaştıkça daha da kabarıyor, sahile yakın dev kadırgaları yutarak hızla kıyıya sürüklüyorlardı. Hayvanlar çığlık çığlığa bağırıyor, küçük çocuklar, tuhaf sesler çıkararak koşuşturan fillerin kocaman ayakları altında eziliyordu. Kentteki sessizliğin yerini dehşet uğultuları almıştı. Dev dalgalar sürükledikleri gemileri kıyıya savurdu. Deniz hızla yükselirken yaşlı adam asasına sarılmış feryat ediyordu,
“Kentliler!.. Poseidon’un gazabına uğradınız. Tanrılar bu kibrinize ve kötülüklerinize katlanamadılar. Siz onları hiçe saydınız. Kentin kurucusu Poseidon’un bunlara tahammül edemeyeceğini bilemediniz. Tanrıların sabrını taşırdınız ve sonunda bu gün yok olmaya mahkum oldunuz. Belki de, Hades bile sizi kabul etmeyecek! Boşuna bütün çabalarınız. Sular kenti yıkacak ve insanlar bunu bilmeyecek. Çünkü hepiniz bu sularda kentle birlikte kaybolacaksınız. Sizin için üzülüyorum; çünkü bu son olmayacak. Eğer kurtulanlar olursa, başka topraklarda yeni uygarlıklar kuracaklar ve bir gün gelecek burada olanları yine unutacaklar. Yine daha fazlası için savaşacaklar ve kan dökecekler. Bu gün tanrılar kirli kanlarınızı denizlerin tuzlu sularıyla yıkayacaklar. Tanrı çocuklarınızı bile affetmeyecek; çünkü siz onları da, tohumlarınızla kirlettiniz!..”
Tapınağın önünde öbek öbek biriken kentliler Apollon’a, Poseidon’a ve diğer tanrılara yakarıyorlardı. Gözlerimi dizlerinin üzerinde asasını sallayarak bağıran yaşlı adamdan alamıyor, sanki kenti bu felaketten kurtaracakmışçasına umutla ona bakıyordum.
Çaresizdim, yapabileceğim hiçbir şey yoktu ve sessizce ölümü beklemekten başka bir çaremin olmadığını biliyordum. Yaşlı adam gibi yere çömeldim ve gözlerimi sımsıkı kapattım. Kent yavaş yavaş sulara gömülüyordu…
Gözlerimi açtığımda her taraf zifiri karanlıktı. Ayaklarımı karnıma toplayarak doğruldum. Derin bir nefes aldım ve kabusa dönüşen düşümü anımsamaya çalıştım. El yordamıyla kandilimi buldum ve yaktım. Rafların üzerinde biriken toz zerreciklerine bakarken mutsuzdum; ölüm karşısındaki eylemsizliğim beni üzmüştü. Ksanthos vadisindeki felaket günleri aklıma geldi, beni terk etmeyen utancımı yeniden yaşadım.