cleopatreKraliçe’nin Gözleri

Uyandığımda, Tanrı Helios, kızıl saçlarını, henüz Akdeniz’in masmavi sularının üzerinde dans ettirmeye başlamıştı. İskenderiye yeni bir güne başlarken, limana bakan penceremin önünde gözlerimi ovuşturuyordum. Birkaç gün önce bizi Salamis’ten getiren geminin limanda olmadığı dikkatimden kaçmadı. Timon’la, erken vakitte evden dışarı çıkarak, yeni görevlerimizle ilgili bir takım bürokratik işlemleri tamamlamak üzere vali konağına gittik. Binaya yaklaşınca burasının önceki gece gemideyken gördüğü Büyük Liman’da, fenerin karşısında ışıltılar saçan o büyük yapı olduğunu ayrımsadım. Binanın içinde uzun süren bir bekleme sonrası, işlemlerimiz tamamlandı ve Moseion’a doğru sık adımlarla yola koyulduk.

Moseion’a çıkan geniş caddede karşımızda uzun boylu iri cüsseli kara adamların siyah saçlı, çok güzel bir kadını sarsmadan taşıdığı bir tahtırevan beliriverdi. Küçük adımlarla bir ahenk içinde yürüyen adamların çıplak gövdeleri üzerindeki tahtırevanda taşınan kadının alnı yukarıda ve yüzü güneşe dönüktü. Kafile yaklaştıkça, tahtırevanda oturan kadının yüz ve vücut hatlarını belirginleşiyor, tahmin edemeyeceğim ölçülerdeki şahane güzelliği ortaya çıkıyordu. Kenara çekilerek, saraydan gelen bu topluluğun geçmesi için yol verdik. Tahtırevan tam önümüzden geçerken, kadınla göz göze geldim. Zeus’un şimşeği ile sarsılmışçasına sendeledim, titreyen dudaklarımdan korkuyla karışık hayranlık duygusuyla, iki sözcük dökülüverdi, “Yüce Artemis.”

Kadının kıvrımlı dudaklarındaki gülümsemesi ile, sürmeli gözleri tam bir karşıtlık oluşturuyordu. Sanki her sabah, kapkara gözlerinin derinlerinden gelen ışıltılarla yeryüzünü aydınlatıyor, geceleriyse yeryüzünün bütün ışıklarını gözlerinin içine çekiyordu. Dudakları, gözlerindeki insana cesaret vermeyen ürkütücü güzelliğin aksine davetkardı. Bu kadın bir tanrıça olmalıydı! Bu gözler sadece bir tanrıçaya ait olabilirdi. Hayal gördüğümü düşündüm. Ovuşturduğum gözlerimdeki sis yavaşyavaş kaybolmaya başladığında, kafile epeyce uzaklaşmıştı. Geçtiği  yol boyunca bir uğultu yayılıyor; halk, alçak sesle önlerinden geçen kafilenin arkasından bakarak bir şeyler mırıldanıyordu. Bir süre sonra kendimi toparladığımda konuşulanlara kulak kabarttım, “Mısır’ın Güneş Tanrısı Ra’nın kızı.” Bu kadın Mısır ülkesinin kraliçesi idi…

Timon da, biraz önceki manzaradan benim kadar olmasa da etkilenmişti. Ancak tam kraliçe önümüzden geçerken benim yüzündeki ifadeyi görmüş ve ne kadar etkilendiğimi fark etmişti. Sırtımı sıvazladı; yeni işimizde ilk gün için oldukça geciktiğimizi söyledi. Birlikte Moseion’un giriş kapısına doğru yürümeye devam ettik.

Timon birkaç yıl önceki yangında yok olan, yıpranan ve çürümeye başlamış ruloların tespit edilmesi ve de bunların hattatlarla koordinasyon  kurularak onarılmasından sorumlu idi. Ayrıca bu eserlerin yeniden tasnif edilmesi ve kütüphanenin geleneksel kataloglama sistemine uygun bir şekilde arşive konulması gerekiyordu. Bu işte oldukça deneyimli olmasına karşın, bazı eserlerin yeniden yazılması ve aslına uygun olarak korunabilmesi için çeşitli ülkelerden gelen uzmanların yardımına da gereksinimi vardı. Timon’la birlikte olmak, özellikle bu bölümde çalışanları oldukça memnun etmişti; çünkü bazı eserlerin bir araya getirilmesi ve onarılması onlar için oldukça zor bir işti. Üstelik yangın esnasında yitirdikleri değerli kütüphane uzmanlarından da mahrumdular.

Timon, öncelikle birlikte çalışacağı uzmanlardan kütüphane ile ilgili detaylı bilgiler aldı. Daha sonra, kütüphanedeki eserlerinin kolayca bulunabilmesi için Kallimakhos’un hazırladığı Pinakes rulolarından bazılarını eline aldı. Helence yazılmış eserlerin bulunduğu bölümü buldu ve papirüs rulolarını gün boyunca çevire çevire inceledi. Buradaki görevi boyunca Pinakes ruloları her zaman onun elinin altında bulundurması gereken katalogdu. Daha sonra kendisi için ayrı bir kopya çıkartılmak üzere Pinakes rulolarından birkaçını benimle hattatlara gönderdi.

Kütüphanede Timon’la birlikte çalışan, genç bir uzman olan Amonius’la tanışmıştım. Amonius bana depolarda bulunan eserlerin bir çoğunu  tanıtıyor, Aristoteles, Platon, Demokritos, Diogenes, Epikuros ve birçok Yunanlı ve İyonyalı filozofun eserlerinin yer aldığı odalardaki ruloları tek tek raflardan çekerek gösteriyordu. Ona göre, bunların büyük kısmının yangından kurtulmuş olması bir mucizeydi. Amonius bütün gün boyunca bana depolardaki eserlerin yerlerini gösterdi. Bazı eserlerin birden fazla kopyaları vardı. Özellikle Homeros’un İlliad ve Odysseia’sının bulunduğu ruloları açarak, bazı bölümleri yüksek sesle okudu.

Bütün dünyanın hazinesini barındıran küf ve kül kokulu bu odalarda bulunduğum için şanslı olduğumu düşünüyor, çalışırken arkadaşlarımdan çok şey öğreneceğimi biliyordum. Bütün bunların yanı sıra, boş zamanlarımda istediğim her eseri okuma fırsatı bulabilecek, kraliyet ailesi ve bazı filozoflar dışında hiç kimseye tanınmayan böylesine bir olanaktan istediğim kadar yararlanabilecektim. Timon’un uzun deniz yolculuklarımız boyunca anlattıkları ile ilgili öğrenmek istediğim bütün konular, detaylarıyla burada mevcuttu.

Kısa zamanda Amonius’la aramızdaki dostluk pekişti. Ondan, Mısır Ülkesi ile ilgili de, pek çok şey öğrendim; firavunların tarihini, piramitleri, İskenderiye kentinin nasıl kurulduğunu, bu kentte kimlerin yaşadığını ve Romalılar geldikten sonra olanları… Bu ülkenin insanları benim ülkemdekilere hiç benzemiyordu. Farklı konulara ilgi duyuyor, Likya halkının sorun ettiği birçok olayı da, hoşgörüyle karşılıyorlardı. Dikkatimden kaçmayan önemli konulardan biri de, kentte yaşayanların çoğunluğunun kentin yerlisi olmamasıydı. Yerlilerin yanı sıra, Mısır’ın diğer kentlerinden gelen göçmenler, Romalılar, Yunanlılar, İyonyalılar, Hintliler ve Çinliler’de bu kentteki çeşitli semtlerde yaşıyorlardı. Değişik ülkelerden gelen bu kadar çok insan olunca dinler ve ibadet biçimleri de farklı farklıydı. Kentin çeşitli yerlerindeki tapınaklarda bilmediğim ayinler yapılıyordu. Yahudiler şehrin doğusundaki bir mahallede topluca yaşıyorlardı. Kent sınırlarındaki mezarlıklar bile, bende kentle yaşayan bir semt izlenimini bırakıyordu. Limanda hayat güne sığmıyor, hava karardıktan sonra geç vakitlere kadar devam ediyordu. Faros adasındaki fener, güneşe inat gece gündüz parıdıyor, geceleri çok uzaklardan parıltıları görünürken, gündüz güneşin arsız ışıklarıyla yarışıyordu. Günbatımında güneş deniz fenerinin arkasına geçtiğinde, penceremden cazibesini yitiren güneşin bütün limanı aydınlatan Faros fenerinin ışıklarına yenilgisini izliyordum. Bir süre sonra güneş kenti terk ederken, fener tamamen geceye hakim oluyor; yeni bir günün başlayacağı sabaha kadar iktidarını sürdürüyordu. Fener ile güneş arasındaki bu rekabet, gece gündüz devam ediyordu. İskenderiye’de yaşamın sürekliliğini simgeleyen fener, kent halkına güven veriyordu.

Güneydeki Mareotis Gölü ise kente farklı bir güzellik katıyordu. Bu gölü ilk gördüğümde, bunca bilgi kaynağının neden İskenderiye’de toplandığına anlamıştım. Hiçbir ülkede bu kadar çok papirüs sazlıkları olamazdı. Sazlıkların arasından görünen adalarda, şaşaalı yaşamlar şüphe götürmez bir gerçekti. Kentin batı kesiminde yaşayan halk, diğer bölgelere göre daha zengindi. Bu semtlerde İskenderiye’nin ileri gelenlerinin konakları da bulunuyordu.

Olağanüstü cazibeleri barındıran bu kentte beni en çok etkileyen şey kraliçenin gözleriydi. Tahtırevanın üzerinde geçerken gördüğüm siyah gözleri ömür boyu unutmayacaktım. O, bu kenti yaşatan bir tanrıçaydı.

O günden sonra kraliçeyi uzun bir süre göremedim. Moseion’da görüştüğüm yerlilerin bir bölümü onu, bir tanrının kızı olarak kabul etseler de, onu sevmeyenlerde hiç de azımsanacak sayıda değildi. Onlar Kraliçeyi, Mısır’ı Roma’ya satan bir fahişe olarak görüyordu. Oysa benim için kraliçe, kavrayamadığım, belirsiz bir gücün simgesiydi.