Tapınaktaki Filozof heraclitus_johannes_moreelse

Sihirli bir ormanı andıran ağaçların arasından kıvrılan daracık patika bir yolda kaybolmuştum. Ansızın kendimi ormanın dışında geniş bir ovada buldum. Yoğun sis çevremdekileri görmemi engelliyordu. Yürümeye devam ettim. Gözlerimi kısarak ileriye doğru baktığımda, onlarca sütunun çevrelediği görkemli bir tapınağa doğru yaklaşmakta olduğumu kavradım. Büyük bir kaidenin üzerinde yükselen binaya erişmek için sıklaştırdığım ürkek adımlarım beni basamakların önüne getirdi; muhteşem bir yapı ile karşı karşıya idim. Başımı yukarı  kaldırdım; sütunların üstünde gökyüzüne doğru uzayıp giden, binanın çatısını seçemiyordum. Bu bir insan yapısı olamazdı. Tapınağa ulaşabilmek için basamaklardan çıkarken, bileklerimdeki zincirlerin çıkardığı şıkırtılar dışında ortalık büsbütün sessizdi. Basamakların sonuna geldiğimde, yüksek sütunlardan oluşan bir ormana yaklaştığımı hissettim. Sisli havayı soludukça korkuyu ciğerlerine dolduruyordum. Yivli sütunlardan birine tutunarak etrafımdakileri keşfetmeye çalıştım.

Tapınağın avlusunda sislere aldırmadan çocuklarla çelik çomak oynayan yaşlı bir adam gördüm. Adam oyuna kendini öylesine kaptırmıştı ki, onu gözlerimle takip ettiğimi fark edemedi. Olduğum yerde kaldım ve uzun uzun adamı seyre koyuldum. Çok geçmeden yaşlı adam beni gördü ve oyunu yarım bırakarak ağır adımlarla bana yaklaştı. Adamın dalga dalga uzun ak saçları ve bembeyaz sakalı vardı. Sisler arasından yaklaşan adam beni  daha önceden bekliyormuşçasına gülümseyerek,

“Merhaba delikanlı, Sen uzak Likya ülkesinden geliyorsun biliyorum.” dedi. şaşkınlıkla adamın yüzüne bakıyordum; bir şey söylemeden bekledim. Yaşlı adam oyun arkadaşlarına gözlerini kaydırdı;

“Onlar!” dedi başparmağı ile çocukları göstererek, “Onlar, bu tapınağı ziyarete gelen yetişkinlerden daha iyi anlıyorlar tanrıların gücünü, varolanın nasıl değişerek başka bir şeye dönüştüğünü. Sen de değişiyorsun Likyalı. Gittiğin yerlerde ülkenin rüzgarları esmiyor. Üzülme, ülkende esen rüzgarlar da artık eski rüzgarlar değil. Şu anda sen buradasın ama dünkü sen, sen değilsin. Unutma ki; aynı havayı iki kez soluyamazsın, aynı nehirde de iki kez yıkanamazsın. Şu karşıdaki kutsal nehir ve soluduğun hava nasıl değişiyorsa, sen de değişiyorsun.” dedi yaşlı adam.

Çekinerek yaşlı adama kim olduğunu sordum. Adam ak sakalını sıvazlayarak, bileklerimdeki zincirlere baktı, “Bir kral kadar tutsak, bir köle kadar da özgür biri. Gece gündüz bu tapınağı beklerim. Bazen herkese, her şeye kızar, şu karşı dağlarda gezinirim. Sonra tekrar döner tapınağın avlusunda bu çocuklarla oynarım. Gökyüzünü görüyor musun?”

Birden sislerin dağılmasıyla masmavi parıldayan gökyüzünün toprağı kucakladığını fark ettim. “İşte göklerin imparatoru ulu Zeus, ateşi ve ışığı ile her şeyin özüdür. Onu gökyüzünde bir cisim olarak arama; o, gökyüzünde görebildiğin her şeydir. Bütün varlıklar onun yüce bir dönüşümüdür. Seni ve beni oluşturan bu uzun süreç yani zaman aklın toplamıdır. Bütün evreni etkileyen bu akıl sadece ve sadece değişimin sürecidir.  Bir güneş yanar, diğeri söner. Her şey akıldan çıkar ve yine akla döner. Aklına ve yaşadıklarına güven İkarus!”

Yaşlı adam çocukların yanına dönerek yarım bıraktığı oyununa devam etti. Hayranlıkla tapınağın etrafında gezinirken, yaşlı adamın sözleri aklımdan bir türlü gitmiyordu. Tapınağın çevresinde dolaştıktan sonra bir an başımı kaldırdım. Ön taraftaki alınlık dikkatimi çekmişti. Dikkatle bakınca burada kadın savaşçıların kılıçları ile dansettiklerini gördüm. Kuşlar cıvıltılarıyla bu güzel kadınların danslarına eşlik ediyordu. Alınlığın tam ortasındaki pencerede göz kamaştıran güzellikte genç bir kadın ışıltılar saçarak belirdi. Bu bir tanrıça olmalıydı. bana tepeden gülümseyerek baktı. Tutkulu gözleriyle beni tapınağın içine davet ediyordu. Ürperdim, kararsızca beni çağıran tanrıçaya bakıyordum. İleri doğru bir adım attım.

“Uyan İkarus! Uyan artık!” gözlerimi açtığımda Timon’un telaşlı gözleri ile karşılaştım. Doğruldum hemen ayağa kalktım. Timon’la tekrar göz göze geldim, bir şeyler söyleyecektim, vazgeçtim.

Sahile doğru yola koyulduk. Yürürken, şıkırdayan zincir sesleri bana düşümü anımsattı, “Bir kral kadar tutsak, bir köle kadar  özgür…” diye mırıldandım.

Bir Önceki Yazı

Bir Sonraki Yazı