Gladyatörler
Yağmur sonrası bulutların çekilmesiyle, ıslak kaldırım taşlarından parlayan güneş gözümü alıyordu. İskenderiye’de Mısır tanrılarının doğum günü için düzenlenen beş günlük şenlikler yeni başlamıştı. Sokaklardaki kalabalıklar zaman geçtikçe artıyor, yeni yıl kutlamalarının telaşlı hazırlıkları gündoğumundan beri devam ediyordu.
Yıldönümü, Mısır’da birkaç yıldır buruk karşılanıyordu. Yüzlerce yıldan beri yapılan şenlikler, Romalıların, üç yıl önce ülkenin takvimini büsbütün değiştirmeleriyle, son yıllarda bir kaosa dönüşmüştü. Üç yıl önce, sadece Mısır’da değil, bütün Roma dünyasında büyük bir karmaşa yaşanmıştı. Daha önceleri Mısır’da ay takvimine göre üç yüz atmış gün olan bir yıl, beş günlük tanrıların doğum şenlikleriyle tamamlanıyordu. Romalıların, yeni takvim düzenine geçmesiyle, bu beş gün aylara dağıtılmış, on iki aylık yeni düzende Roma’nın kuruluş yılı başlangıç olarak kabul edildi. Üstelik üç yıl önceki başlangıç yılı Roma’da senatonun açılış gününe denk getirildiğinden yeni yılın başlaması için bir önceki yıla seksen gün ilave edildi. Tam olarak dört yüz kırk beş gün süren o yıl, dünyanın en uzun ve en zor yılı olarak tarihe geçti. Büyük karmaşaların yaşandığı yıl boyunca eyaletlerden daha fazla vergiler toplanmış, halk isyan noktasına gelmişti. Romalı yöneticilerinin başını epeyce ağrıtan bu karmaşa daha sonraki yıllarda da devam etti. Tüccarların yaptıkları sözleşmeler, uluslararası antlaşmalarda uygulanan tarihler karıştı bu karmaşada. Üstelik geleneksel şenlikler ve bayramların tarihlerinin saptanması oldukça zor olmuştu. Bu değişimi tanrılara yapılmış bir ihanet olarak kabul eden İskenderiye halkı olanlara oldukça öfkelenmişti. Zaten yıllardır Roma’nın yiyecek ihtiyacını karşılayan Mısırlı çiftçiler, Romalıların yanı sıra, bu duruma kayıtsız kalan kraliçelerine de öfke duyuyorlardı. Ancak her şeye karşın, geleneksel şenliklerinden vazgeçmeyen İskenderiyeliler günün erken vakitlerinden beri tapınakları doldurmaya başlamışlardı.
Öğleye doğru, Nil’de sandal gezileri başladı. Halk kentin sokaklarında dans ederken, İskenderiye caddelerinden kızartma ve ızgara kokuları yükseliyordu. Yaşamın adeta durduğu o gün, zorunlu olanlar dışında hiç kimse işine gitmemişti. Penceremden görebildiğim kadarıyla kutlamaları seyrederken, yerlilerin sokaktaki komik danslarına gülmemek için kendimi zorluyordum. Karşıdaki birahanenin önünde flüt ve def eşliğinde dans eden genç kızların koyu tenli vücutları ezgilerle uyumlu olarak kıvrılıyor, kıvırcık saçları havada uçuşuyordu. Birden uzun süredir bu kentte dışarıya çıkıp başıboş gezmediğimi aklımdan geçirdim. Timon’dan izin isteyerek evden dışarı çıktım ve kendimi sokaklardan akan insan seline bırakıverdim. Çevremdekileri merakla izliyor, ayak ritimlerimi dans edenlere uydurmaya çalışırken, onların söylediği şarkılara da eşlik etmeye çalışıyordum.
Öğleden sonra kent sokaklarında amaçsızca koşuşturan ayaklarım beni kalabalıkla birlikte stadyumun önüne kadar getirmişti. Kalabalık gruplar stadyumun önünde buluştuğunda, bulutların arasından sıyrılan güneş ışıkları İskenderiye’nin kalabalıktan yorulmuş, ıslak sokaklarını kurutmuştu. Stadyumun büyük kemerli kapısının önünde biriken İskenderiyeliler ve Romalılar kendi aralarında bahislere girerken, bir türlü açılmayan kapının önündeki sabırsız bekleyiş gitgide artan homurtulara devam ediyordu. Zaman geçtikçe çevremdeki bakışların değiştiğini, yüzlerdeki ifadenin daha da vahşileştiğini ayrımsadım.
Stadyumun büyük kapısı nihayet gıcırdayarak açıldı ve insan seli içeri aktı. Ben de bu kalabalıkla içeri girerken, çok istekli olmamakla birlikte, içeride olacakları ve insanları bu derece coşturan şeyin ne olduğunu merak ediyordum. İskenderiyeliler uygun buldukları yerlere oturuyor, beraberlerinde getirdikleri yemişleri yerken, kabuklarını gelişigüzel ortalığa atıyorlardı. Oyunların başlamasını sabırsızca bekleyen seyirciler bu kez içeride kendi aralarında bahislere giriyordu.
Sol tarafımdaki localı türbinlerde bir hareketlenme başladığında, herkes ayağa kalkarak oraya doğru baktı. Ben de ayağa kalkıp, merakla dikkatimi localara yönlendirdiğimde Mısır kraliçesinin parlak kumaşlardan yapılmış elbisesi gözlerimi aldı. İri, parlak, sürmeli gözleri çok uzaklardan seçilebiliyordu. Halk coşkuyla kraliçelerine tezahürat yaparken, kraliçe başını öne eğerek halkı selamladı. İskenderiyeliler, onunla aynı mekanı paylaşmaktan hoşnuttu, belki de buraya gelmelerinin ana nedenlerinden biri de, onun varlığını hissetmekti. Kraliçelerini merak ediyor, localara bakarak tepkilerini ilgiyle izliyorlardı. Oyunlara katılacak avcılar, gladyatörler ve bakıcılarıyla birlikte bazı hayvanlardan oluşan göstericiler kraliçenin önünde sıra oldular. Kraliçe ve yanında oturan Romalı komutan ayağa kalkarak göstericileri selamladılar. Halk bir kez daha ayağa kalkarak tempolu alkışlarla bu selamlamaya katıldı.
Sezar döneminde bu gösteriler, başkent Roma’da ve diğer eyaletlerde halka açılmıştı. Bu şekilde halkın katliam görmeye ve savaşa alıştırıldığını düşünüyordum. Stadyumlar ve büyük arenalarda halk şiddetle besleniyordu.
Gösterilere eskiden olduğu gibi önce egzotik hayvanların öldürülmesiyle başlanacak, daha sonra suçluların cezalandırılmasıyla devam edilecek, akşamüzeri ise gladyatör döğüşleri ile oyunlar sona erecekti. Moseion’daki Romalı bir filozoftan öğrendiğine göre, bunun anlamlı bir amacı vardı; onlara göre hayvanların öldürülmesi doğanın kontrolünü, suçluların öldürülmesi adaleti ve son olarak gladyatör gösterileri ise cesareti simgeliyordu.
Hayvanların ve avcıların alana çıkmasıyla yükselen uğultu, stadyumdan kentin sokaklarına yayıldı. Turkuaz tunikleriyle avcılar, Afrika’nın çeşitli yerlerinden getirilmiş timsah ve gergedanlara saldırıyorlar, hayvanlar avcıların darbeleriyle kana bulandıkça, halk daha da coşuyor, tezahürat artıyordu. Avcılar açısından bu durum tam bir gösteriydi. Halkı ustaca kullandıkları kanlı mızraklarıyla adeta yönlendirirken, hayvanlara uzun süre acı çektirirken sonra öldürücü darbeyi indirerek seyircileri coşturuyorlardı. Halk bu ölüm sahneleri karşısında kendilerinden geçiyor, büyüleniyordu. Sonra sahneye aslanlar ve leoparlar çıktı. Avcıların bu yırtıcı hayvanlar karşısındaki cesareti, seyirciyi daha da yüreklendirdi. Bir köle bile bu kadar cesaretle savaşabiliyorsa, bir Romalı neler yapamazdı ki?
Sıra mahkumlardaydı; ağır adımlarla stadyumun tam orta yerine getirildiler. Savunmasız, zavallı mahkumlardan bazıları çarmıha gerilirken, bazıları da, kaplanların ve leoparların önüne atılıyordu. Aç hayvanlar acımasızca sağa sola kaçışan suçluların üzerine atlıyor, önce boğazlıyor sonra da karınlarını deşiyordu. Bu vahşet görüntüleri karşısında fazla dayanamadım, kasılan midemi tutarak başımı arkaya çevirdim.
Bazı İskenderiyeliler de bu görüntüler karşısında oldukça etkilenmişlerdi, ancak çoğunluk bu vahşi görüntülere aldırmadan kabuklu yemişlerini yemeye devam ediyordu. Gözlerim kraliçeyi aradı; o da, locasında kıpırdamadan sessizce olanları izliyordu. Çarmıha gerilen bir mahkumun bir kaplan tarafından gövdesi parçalanırken, insanlar olanları daha iyi görebilmek için ayakta birbirleriyle kavga ediyorlardı. Mahkumun gövdesi parçalanırken kolları ve bacakları hala hareket ediyordu. Doymak bilmeyen kana susamışlık bir türlü dinmiyordu. Tüm bu olanların bir amaca hizmet ettiğini biliyordum. Ne var ki, toplumun düşmanlarından bu şekilde intikam alması anlayamıyor, uzun süre mahkumların ve kaçak suçluların arasında yaşayan biri olarak, bütün bu olanları onların kesinlikle hak etmediklerini düşünürken acı çekiyordum.
Nihayet akşamüzeri gösterilerin beklenen bölümü gelmişti: Gladyatörler ağır adımlarla kan gölüne dönmüş alanın ortasına doğru ilerliyordu. Gladyatörlerden biri daha iri cüsseli kara tenli bir yerli idi. Bir elinde üç dişli uzun bir mızrak, diğer elinde ise kenarlarında metal ağırlıkları olan bir ağ vardı. Ağır zırhlar giyinmiş diğer gladyatör ise, Romalı askerlerin bulunduğu türbinlerden yoğun tezahürat alıyordu. Onun da bir elinde kılıç, diğerinde ise kalkan vardı. Metalden baldır koruyucuları ve üzerinde balık kabartması olan miğferi vardı. Romalılar ona, “Balıkçı, balıkçı” diye tezahürat yapıyorlardı. Gladyatörler kraliçe ve Romalı komutanı selamlayıp, birbirlerine saldırıya geçtikten sonra, heyecandan yerlerinde duramayan pek çok seyirci ayağa kalkmıştı. “Balıkçı, balıkçı!..” seslerine zamanla diğer türbinlere de katılmıştı. Sürekli balıkçı karşısında savunmada kalan zavallı Afrikalı koca stadyumda tek başına kalmıştı. Bir an, Afrikalı için yüzlerce seyirci arasında sadece benim kaygılandığımı fark ettim. Karşılaşma başlayalı epey olmuştu. Ağır zırlarının içinde saldırmaktan yorulan Balıkçı arkasına aldığı tezahüratın gücüyle hala saldırmaya devam ediyordu. Sonunda, Afrikalı bacaklarından aldığı derin darbeyle yere düşerken, mızrağını da elinden bırakmıştı. İki gladyatör birbirlerinin gözlerinin içine bakarken, Afrikalının kanlı gözlerinde sadece korku vardı. Romalıların oturduğu türbinlerden “MissaMissa” sözleri yükseliyor, bu sesler gitgide arttıkça Afrikalı da, yaşama umudunun azaldığını seziyordu. Zavallı adam çaresizdi, güçlükle kendini toparladı, başını geriye yatırıp, şah damarını ortaya çıkararak beklemeye koyuldu. Balıkçının gözleri localardaydı. Komutan ayağa kalktı, başparmağı ile yeri göstererek halkın kararına katıldı. Gladyatör öldürücü darbesini indirmeden başımı ellerimin arasına alıp bekleyen, türbinlerdeki insanların zafer çığlıklarına sadece kulaklarımla tanık oldum. Bu insanlar gladyatörlerden çok daha vahşi ve acımasızdılar.
İskenderiye’nin henüz kararmış sokaklarından evime doğru ilerlerken, Cleon ve arkadaşlarını düşündüm. Onlar, Spartaküs önderliğinde bu vahşi düzene başkaldırmışlar, arenalarda gösterilere alet olmak istememişlerdi. Oysa her şeye karşın, Roma’nın vahşi gücü onları da alt etmeyi başarmıştı. Kralların ve kraliçelerin halkla bir araya geldiği arenalarda adalet ve cesaret adına yapılan bu törenlerde soylular da, halk da ruhlarını gladyatörlerin ve zavallı kölelerin kanları ile beslemeyi seviyorlardı. Romalılar ellerine geçirdikleri ülkelerin halklarına bu vahşet oyunlarını armağan etmişlerdi. Alaca karalıkta gövdemi arenada yenilmiş bir gladyatörün cesedi gibi taşıyarak evin yolunu tuttum.