8. Side Koyları

Side Koyları side-koylari

Olympos kıyılarından ayrılalı tam iki gün olmuştu. Akdeniz’in kuytu koylarında bir görünüp bir kaybolan gemimiz bir süredir sakin denizde seyrediyordu. Korsanlarla birlikte sonu belli olmayan bu yolculukta, Kilikya kıyılarına biran önce ulaşmak için var gücümüzle küreklere asılıyorduk. Uzaklarda, Side kenti göründüğünde, Zenon kıyı şeridini özlemle seyrediyordu. Bir zamanların en önemli korsan limanlarından birine sahip olan bu kent, aynı zamanda gemilerinin yapıldığı büyük tersanesi ile de ünlüydü. Kent halkı korsanlarla yıllarca dostça yaşamış, gemilerle getirilen köleler açık artırma ile kent merkezinde halka satılmıştı. Ne var ki alışılanın aksine, son yıllarda korsanlar Sidelilerden pek hoşlanmazlardı: Romalıların kenti işgal etmesiyle, kent halkı korsanlara sırt çevirmiş, daha da ileri giderek Romalı komutana yaranmak için Pompeus’un heykelini kent meydanına dikmişlerdi. Korsan gemisi için bu sahiller artık tehlikelerle doluydu.

Mavinin yeşille bütünleştiği Side koyları epeyce gerilerde kaldığında güneş yükselmiş, durgun deniz batıdan esen rüzgarla sakinliğini kaybetmişti. Korsanlar oyalanmadan yelkenleri açmaya karar verdiler. Rüzgarın şişirdiği mavi kumaş, geminin hızını daha da artırdı. Akşama doğru durmaksızın devam eden yolculuğumuz, sonunda yelkenlerin indirilmesi ile biraz olsun yavaşlamıştı. Kürek çekerek gemiyi Akdeniz’in ıssız koylarından birine yaklaştırdık.

Bu geminin yazgısının benimkine ne kadar da benzediğini düşündüm. Bende, bu korsan gemisi gibi, sonunun nereye varacağı belli olmayan bu hayatta belirsiz bir geleceğe yolculuk ediyordum. Timon’un ve diğer forsaların bana anlattıkları birbirinden farkı yaşam öyküleri beni deniz, gökyüzü, korsanlar ve forsalarla sınırlı dünyadan koparıp, başka diyarlara götürüyordu. Bu anlatılanlar, genellikle umutsuzluğun ve kötü yazgıların öyküleri olsa da, bana kavrayamadığım bir umut vaat ediyorlardı. Oysa, Likya’da, yeryüzünde tanrısallığa ulaşacağım farklı bir yaşamı umut etmiştim. Babamın yaptığı yontular, Moles’in ruloları ve yüksek tepelerde kayalara oyulmuş mezarlar, Ksanthos’un yüksek anıtları benim zihnimde  tanrısal bir dünyanın özlemini yaratmıştı. Likya’nın tanrıları bana yeryüzünde ölümlülerin yaşadığı sıradan bir hayatı bile çok görmüşlerdi. Birazdan, Akdeniz’in ıssız koylarının birinde akşam olacak yıldızları seyrederken, başka tanrıların dünyalarını düşleyerek uykuya dalacaktım.

Ertesi gün sahile doğru yürürken Cleon gemiyi en son terk edenlerdendi. Bu güne kadar yaşamının hemen hemen tamamı köle olarak geçirmiş, yaşlı adamın canlılığının, yaşam umutlarımı daha da arttırdığını düşündüm. Onca acıya ve zulme böylesine başkaldıran bir adamı henüz tanımamıştım. Timon bu adamı Prometheus’a benzetirdi. Tanrılar tarafından cezalandırılan Prometheus’a her gün bir kartal saldırır, ama o inadına yaşamaya devam ederdi. Sabahları uyandığında bu Sicilyalının parıldayan simsiyah gözleri tanrılarla alay ederdi. O, dünyayı değiştirmeye karar vermiş bir kahramanın onurlu bir askeriydi. Bir gün zalimlerin dünyasının yıkılacağını, dünyayı tanrıların değil, ölümlülerin kurtarılabileceğini söylerdi. Ona göre yeryüzünün yazgısı tanrıların eline bırakılmamalıydı.

Her biri başka ülkelerin insanları olan bu kölelerden, yaşama dair bilmediğim bir çok  şeyi öğrenmiştim. Üst kattaki genç kürekçilerle dost olmak yerine, bu görmüş geçirmiş yaşlılarla birlikte olduğu için kendimi şanslı buluyordum. Kötü yazgılarının onları sürüklediği bu koca denizin ortasında, her şeye karşın, yaşama dört elle sarılan bu dirençli insanları, günün birinde gemiden kurtulmayı başarabilsem bile, hiçbir zaman unutmayacaktım. Geminin demir attığı her koyda uzak ülkelerin öykülerini dinliyor, zihnimde bir ülkeden öbürüne yolculuk ederken, kendimi o ülkelerin insanları ile özdeşleştiriyordum. Kilikyalı korsanlar da, beklediğimden çok farklı adamlardı. Çocukluğumdan beri hayalimde onları insanları kaçırıp köle pazarlarında satan korkunç adamlar olarak canlandırmıştım. Oysa bu insanlar bir çok konuda, özellikle kutsal yıldızlar ve denizcilik konularında bizlerden çok daha bilgili insanlardı. Kölelere de kötü davranmıyorlardı. İnsanları köleleştirip satıyorlardı, fakat bunu kim yapmıyordu ki? Bu gemide öğrendiği kadarıyla, yaşamın düzeni her yerde insanları köleleştirme üzerine kuruluydu. Bir yerlerde başka bir dünya olmalıydı, insanların birbirini köleleştirmediği, her şeyi eşitçe paylaştığı başka bir dünya. Tanrılar buna niçin izin vermiyorlardı? Neden hep tanrılar güçlülerden yanaydılar?

Korsanların gösterdiği yere diğer kölelerle beraber uzandım. Gün, gerçeği perdeleyen, insanları yalancı bir dünyada avutan güneş tanrınındı; oysa gece, gökyüzünün muhteşem güzelliğini ölümlülerden sakınmayan ana tanrıçanındı. Tanrılar parlayan yıldızlar kadar uzakta mıydılar? Korsanların tanrılarının çok daha yükseklerde olduğunu biliyordum; onların tanrıları gemilerine çok uzaklardan kılavuzluk ediyorlardı. Günün yorgunluğu bütün bedenimi uyuşturmuş, uykuya direncim kalmamıştı. Uyku krallığına erişmeden Ksanthos’ta yaşlıların söylediği bir türkünün melodileri kulaklarımı doldurdu;

Evlerimizi mezar yaptık,

Mezarlarımızı ev,

Yıkıldı evlerimiz.

Yağmalandı mezarlarımız,

Dağların doruğuna çıktık,

Toprağın altına girdik,

Suların altında kaldık,

Gelip buldular bizi,

Bozdular birliğimizi.

Altüst ettiler bizi,

Yakıp yıktılar.

Yağmaladılar bizi,

Biz ki analarımızın, kadınlarımızın,

Ve ölülerimiziz uğruna,

Biz ki onurumuz ve özgürlümüz uğruna,

Toplu ölümleri yeğleyen,

Bu toprağın insanları,

Bir ateş bıraktık,

Hiç sönmeyen ve sönmeyecek olan…

Bir Önceki Yazı

Bir Sonraki Yazı