aristoAristoteles ile Dünyayı Anlamak

Dünyanın en renkli kentlerinden birinde bulunmama karşın, İskenderiye’deki yaşamım Timon’la paylaştığım evimiz ve Moseion arasında sıkışmıştı; birlikte çalıştığım arkadaşlarım, filozoflar, öğrenciler ve depolarda kolayca ulaşabildiğim eserler, bana çok daha geniş ve sınırsız bir dünya sunuyordu. Moseion’un bahçesine açılan dev kapı, benim için Platon’un, Sokrates’e anlattırdığı mağaranın çıkışıydı. Yüz binlerce eserin yer aldığı depolar, dünyanın en ünlü filozofları ile aynı havayı soluduğum geniş salonlar, koridorlar ve büyük bahçede benzerlerini hiçbir yerde göremeyeceğiniz rengarenk çiçeklerle süslü patika yollar, yaşamını yeterince dolduruyordu. Ayrıca İskenderiye’deki ilk günümde gördüğüm kraliçenin gözleri ile tekrar karşılaşma olasılığı da, Moseion’u benim için çekici kılıyordu.

İşime olan ilgim Timon’un da hoşuna gidiyor, günlerce uğraşması gereken işleri benim yardımıyla, çok daha kısa sürelerde bitirebiliyordu. Birkaç aydan beri Aristoteles’in eserleri üzerine yoğunlaşmıştı. Bu çalışmalar, İskenderiye kütüphanesinin yöneticilerini de yakından ilgilendiriyordu. Timon’unPergamon’da edindiği deneyimler, kütüphanede bulunan eserler ve arşive yeni getirtilen konu ile ilgili rulolar bir araya getirildiğinde, işler çok daha kolaylaşıyordu. Bu arada, Pergamon kütüphanesinde bulunan, fakat İskenderiye’de bulunmayan eserlerin de listeleri çıkarılıyordu. Timon, Pergamon’da elde edemediği Aristoteles’in arşivindeki eserleriin orijinallerine eriştiği için çok mutluydu. Yöneticiler ondan aldıkları bilgilerle, Pergamon’daki ruloların bir kısmının İskenderiye’ye getirilmesi konusunda kraliyet ailesine istekte bulunuyorlardı. Timon, yöneticilerin Pergamon Kütüphanesi’yle bu derece ilgili olmalarından pek hoşlanmıyor, kırk yılı aşın bir süre boyunca emek verdiği kütüphanenin fakirleşmesinden kaygı duyuyordu. Ne var ki, Mısırlılar Pergamon’daki eserlerin tamamını İskenderiye’ye taşıyacak kadar haris ve istekliydiler. Timon’un bu konulardaki ketum tutumu, onlara istemeden Pergamon’la ilgili bir çok konuda detaylı bilgileri vermesini engelleyemiyordu.

Timon bana Aristoteles’in doğa, yaşam ve ölüm üzerine yazdıklarını okumamı önermişti. Bazen geç saatlere kadar kütüphanede kalıp, yüksek sesle bu eserleri birlikte okuyorduk. O Aristoteles’in eserlerini Platon’unkilere göre daha değerli buluyordu. İnsanların gerçek dünyayı ancak Aristoteles’in yaklaşımı ile tanıyabilecekleri savunuyordu. Ona göre uygarlık, Aristoteles’in fikirlerini temel alarak gelişiyor; fizik, geometri, astronomi ve biyoloji bilimleri insanoğlunun dünyayı daha doğru kavramasını sağlıyordu.

Amonius ile Aristoteles ile ilgili raflara onun politika, kategoriler, bellek ve anılar, gençlik ve yaşlılık, yaşam ve ölüm üzerine yazdıkları ruloların yanı sıra, canlıların tarihi, canlıların hareketi, canlıların gelişimi ve mutluluk etiği üzerine yazdığı eserleri yerleştirdik. Bu eserlerin bir kısmı iç savaşta yanmış veya zarar görmüştü. Üstelik bunları bir araya getirmek ve detaylı bir Aristoteles arşivi oluşturmak oldukça zor bir işti. Hattatlar bu eserlerin yeni kopyalarını çıkarttıklarından arşiv yangın öncesine göre çok daha zenginleşmişti.

Aristoteles’in yaşamı, Platon’un gölge olarak nitelendirdiği dünyayı daha iyi kavrayabilmek için gözlemler ve deneyler yapmakla geçmişti. Ben onu gölgelerin arkasındaki ışığı aramak yerine, gölgeleri inceleyerek gerçeğe ulaşmaya çalışan filozof olarak tanımlıyordum. O Platon’un aksine, gerçek bilgiyi ve nesneleri başka bir dünyada değil, içinde yaşadığımız bu dünyada aramamız gerektiğini savunmuştu. İki büyük filozofun bu konuda birbirlerinin tam karşıtı fikirleri vardı. Aristoteles’in tanrıları ve kutsal sayılan değerleri bu dünyaya aitti. Bu değerler, ancak yaşadığımız dünyayı daha iyi kavrayarak anlaşılabilirdi. O, yaşamını bu dünyanın gerçeklerine adamış, dağınık gelişen bir çok bilim alanını toparlamış; çeşitli alanlarda önemli gözlemler ve deneyler yaparak dünyanın en zor işlerinden birini gerçekleştirmişti. İki ünlü filozof, varlığın nedenini farklı dünyalarda aramışlardı: Platon’un kavramaya çalıştığı varlık, yeryüzünün ötesinde, farklı bir yerdeydi ve gerçek oralarda saklıydı. Aristoteles ise, varlığın nedenini duyularıyla hissettiği, yaşadığı dünyada arıyordu.

Günlerdir Aristoteles’in eserlerini okuyor, okudukça yeni şeyler öğrenirken sabırsızca diğer eserlerini de bir an önce bitirebilmek için geceleri çok az uyuyordum. Son zamanlarda elimden düşürmediğim Nikomakos’a Etik benim yaşamında bu güne kadar edindiğim bütün değerleri ve alışkanlıklarını derinden sarsmıştı. Aristoteles’e göre mutluluk, yaşamla uyumlu yeteneklerimizin gelişmesi ve kullanılması ile mümkündü. Ona göre, dünya ile uyumlu bir yaşam, bir ucunda erdem ve diğer ucunda erdemsizlik olan iki noktayı birleştiren doğrunun tam ortasında olabilmekle sürdürülebilirdi. Cesaret; çılgınlıkla korkaklığın, cömertlik; savurganlıkla cimriliğin, özsaygı; kibirlilikle kendini hor görmenin tam orta noktasındaydı. Filozof bunu altın orta olarak nitelendiriyordu. İnsan ancak dengeli bir kişi olursa mutlu olabilirdi. Bense, Aristoteles’in bu düşüncelerine katılmakta zorlanıyordum. Bazı erdemlerin orta noktası olabilir miydi? Dünya değerleri ile uyumlu bir yaşam sürmek için insanların erdem ve erdemsizlik, onur ile onursuzluk arasında bir yerlere tutunmaları bana göre ahlaksal değerlerle çatışıyordu. İnsanların vazgeçemediği değerler vardı. Bu değerler zaten insana, insan olma özelliğini kazandırmıyor muydu? Likya’da Romalıların işgalinden sonra olanlar, onur ve erdem gereği değil miydi? Yoksa her şey boşuna mıydı? Yıllar sonra Likya’daki aynı koşullar gene oluşsa, aynı şekilde davranır mıydım? Aklım iyiden iyiye karışmıştı. Üstelik Aristoteles’in öğretileri benim aklını karıştırmakla kalmamış, biraz da beni üzmüştü.

Nikomakos’aEtik’in bulunduğu rafta elime geçen Politika, bir önceki okuduğum eserin devamı gibiydi. Aristoteles burada daha önce tanımladığı bireylerin ahlakına uygun bir toplum düzeninden bahsediyordu. O da, Platon gibi mutlu toplumu kendine göre yorumlamış ve ilkelerini belirlemişti. Aristoteles mutluluğun tanımını yaparken uyumluluk ve ölçülülük kavramlarını kullanıyordu. Öyleyse mutlu toplum, bireylerin bu gereksinimlerini karşılamayı hedeflemeliydi. Onun önerdiği devlet yapısı da, aynı Platon’unki gibi güce gereksinim duyuyordu. Onun devletinde Platon’un ideal devletindeki filozof kralların belirlediği ahlaki değerler yerine, bireyin mutluluğunu hedef alan görüşler temel alınıyordu. İyi bir devlette yiyecek, teknik, silah, para, tanrı ve yargı düzeni olmalıydı. Bu temel gereksinimleri karşılamak için kurumlar oluşturulmalıydı. Devletin toprağı herkese yetecek kadar olmalı, insanlar bu toprakların üzerine özgür ve rahat bir yaşam sürebilmeliydiler.

Aristoteles’in toplumunda da çeşitli sınıflar vardı; çiftçiler, teknik işçiler, tüccarlar, düz işçiler, askerler, yargıçlar, sermaye sahibi zenginler ve yöneticiler oluşturuyordu bu toplum yapısını. Toplumun başında ise, bir kral yerine soylulardan oluşan yönetici bir tabaka vardı.

Ne var ki, iyi ve güçlü bir toplum yaratmanın bir bedeli vardı ve bu bedeli birileri ödemeliydi. Aristoteles bu konuya da kafa yormuş, ihtiyaçların karşılanması için bazılarına diğerlerinde daha fazla bedeller ödetmişti. Sözgelimi köleleri, başkalarının mutluluğunun bedelini ödemeye mahkum etmişti. Ona göre toplumum ihtiyaçları açısından kölelerle, evcil hayvanların bir farkı yoktu. O, toplumu yurttaşlar ve köleler olarak ayırıyordu. Köleler doğaları gereği güçlü idiler ve bu güçlerini özgür insanlara hizmet etmekte kullanmalıydılar. Ona göre, bu toplumsal bir ihtiyaçtı ve kölelik yararlı ve vazgeçilmez bir kurumdu.

Bense, ne Platon’un ideal devletini, ne de Aristoteles’in erdemli ve ölçülü olmayı amaç edinen devlet düzenini yeterli düzeyde tatmin edici buluyordum. Toplumun tamamını kucaklayacak köleliği ortadan kaldıracak ve insanlar arasında daha eşitçi bir düzeni amaçlayan bir devlet düzenini düşlüyor, zaman zaman bu fikirlerimi Timon’la paylaşmayı deniyordum. Timon benim fikirlerimi temelde çürütmeye çalışsa da, zaman zaman hak verdiği de oluyordu. Büyük imparatorluklar hep Aristoteles’in toplum düzenini amaç edinmişlerdi. Filozofun öğrencisi Büyük İskender dünya imparatoru olmuş, ancak bir çok insana acı ve keder vermişti. Despot Persler ve cumhuriyetçi Romalılar, uygarlık adına batıdan doğuya koskoca kıtaların halklarını kılıçlarının egemenliği altında inletmişlerdi. Pontus kralı Küçük Asya halklarını kurtarmak amacıyla büyük ordular kurmuş, İyonya, Galatya, Pontus ve Kapadokya topraklarını işgal etmişti; oysa onun işgalleri de, halklara korku ve sefaletten başka bir şey vermemişti. Likya, İyonya  gibi küçük ülkelerin insanlarının özgür bir yaşam sürmelerine, ideal bir devlet kurmalarına olanak yoktu. Kölelik ve yoksulluk, Küçük Asya halkları için kaçınılmazdı. Çünkü ideal devlet düzenin de, erdemli ve ölçülü toplum düzenleri de sadece soylular ve güçlüler içindi. Tanrılarsa, güçlülerin düzeninin koruyucularıydı. Pontus kralını şimdi daha iyi anlıyordum; o da Aristoteles gibi yeryüzünü keşfetmişti. Görkemli, büyük bir kral olmak ona yetmemiş, yeryüzünün tanrısı olmak istemişti.

Daha sonraları, Platon ve Aristoteles’in öncülüğünü yaptığı iki ayrı ekolün birbirine karşıt düşünceler üreterek yıllarca bu kütüphanede tartışıldığını öğrendim. Bir yanda şair filozoflar ki, bunlar evreni ve onu oluşturan nedenleri hiç sorgulamıyorlardı, diğer yanda ise evrenin boyuları ile ilgilenen matematikçi filozoflar vardı. Şairler arasında en çok Romalı Catullus’a değer veriyordum. Matematikçi filozoflar arasında ise, en çok etkilendiklerim; bir dönem İskenderiye’de bulunan Öklit, Aristarcos ve Eratosten’di.

Kütüphanenin isli ve tozlu raflarından kurtulup eve döndüğümde,  her gece yatar yatmaz kraliçenin kapkara gözleri ve kıvrımlı dudakları  gözlerimi kaplıyordu. Ya bu gözlerin esiri olmalıydım, ya da, kurtulmalıydım onlardan.

Bir Önceki Yazı

Bir Sonraki Yazı