Efes’te Katliamlar death_of_astyanax

Kıyıya  yaklaştığımızda korsanlar için zor bir bir gün daha biterken, güneş henüz denizin arkasına gizlenememişti. Roma donanmasının açık denizlerdeki üstünlüğü sonrası, kıyıya yakın bölgelerde her an Romalılara yakalanma korkusu hiç bitmeyecekti. Eskiden bilinenin aksine, Roma gemileri için Akdeniz’de seyahat çok zormuş, ancak Pompeius’un korsanlara karşı kazandığı zaferler sonrası iyi organize olmuş korsan donanmaları çil yavrusu gibi dağılmışlar. Artık, Girit ve Kilikya kayalıkları dışında bütün Akdeniz’de Roma korkusu yaşanıyor. Donanma gemileri ve Mısır’dan Roma’ya tahıl taşıyan gemileri genellikle aynı rotayı izler. Eskiden korsanlar açık denizde yalnız başına seyreden bir ticaret gemisi ile karşılaştıklarında genellikle gemiyi ya batırır, ya da işgal ederek bütün mallara el koyup, gemideki insanları köleleştirirlerdi. Bazen de, zengin esirler karşılığında çok yüksek fidyeler alırlardı. Son yıllarda köle tacirliği bile onlar için zor bir iş olmuştu. Oysa önceleri, korsanların getirdiği kölelerin Delos pazarında en iyi alıcıları Romalılardı. Timon da İskenderiye’ye gidebilmek için Efes’te bindiği bir gemiye yapılan saldırı sonrası korsanların eline düşmüştü. Günlerce süren saklambaç oyunu onların hızlı yol almasını engellemesine karşın, korsanlar zaman kaybetmeden Kilikya’daki gözlerden ırak limanlarına ulaşmak zorundaydılar.

Gece korsanlarla birlikte karaya çıktık. Hepimiz uzun ve yorucu yolculuk sonrası karaya çıkmaktan memnunduk. Timon’la birlikte bir ağacın altına uzandık. Yaşlı adam incir ağacının hışırdayan yaprakları arasından yıldızları seyrederken, sabah yarım kalan Efes anılarına devam etti;

“Bir süre sonra Barbios Efes’te bir daha hiç görünmedi. Bana veda bile etmeden birdenbire ortadan yok oluvermişti. Oysa ona ne kadar alışmıştım; Efes’te geçen yalnız günlerimi onun gelişi şenlendirmiş, onun sayesinde kütüphanedeki bir çok eserleri yeniden gözden geçirip, bir çoğunu ayrıntılarına inerek, yorumlama fırsatı bulmuştum. Edebiyat ve felsefe üzerine konuştuğumuz günlerdeki yaşamdan aldığım tadı, yaşamım boyunca hiçbir yerde ve zamanda almamıştım. O, görkemli ve vahşi görünümünün ardında beklenmedik düzeyde duyarlı ve nazik bir adamdı.

Kentte insanların huzuru her geçen gün daha da bozuluyordu. Romalı tüccarların ve memurların hoyratça şımarıklılığı bütün esnaf ve zanaatkarların nefretini kazanmıştı. Ancak doğudan gelen yeni haberler halkta bir umut yaratmıştı. Pontus’ta bir kral Roma’ya tek başına başkaldırıyor ve önüne çıkan Roma ordularını bir bir alt ederek, İyonya’ya yaklaşıyordu. Romalılar Efes’teki geleceklerinden kuşku duymaya başlamışlardı. Her geçen gün kuşkular korkuya dönüşüyordu.”

“Kallias’ın kralı Büyük Mitridat mı? ”  diye sordum heyecanla. Timon gözlerimdeki ışığa bakarak yanıtladı;

“Evet, Büyük Mitridat. Kralın Efes’e gelişi, kentte tanrılara adanmış bir bayram günü gibi kutlandı. Eminim, Büyük İskender bile bu kentte böylesine coşkulu karşılanmamıştı. Halkın gözünde o, tanrı Dionysos ile eşitti. Bense, böylesine şatafatlı törenlerden ve gösterilerden oldum olası uzak durmuşumdur. Ne Romalılara, ne de daha sonra bir başka ulusun askerlerine İyonya halkının böylesine bir kıyıya yaklaştıklarında ilgi göstermesi bana anlamlı gelmiyordu. Nedense bizim Efes halkı, kendi kahramanlarını yaratmak yerine, kentlerini işgal eden başka ülkelerin kahramanlarını kurtarıcı olarak görmüşlerdir.”

Bütün bu anlatılanlar aklımı karıştırmaya yetmişti. Kendi ülkemi düşündüm; Romalılara teslim olmamak için Ksanthos halkının neleri gözden çıkardığı gözlerimin önüne getirdim. Efeslilerin Likyalılar’dan ne kadar da farklı olduklarını düşündüm. Ksanthos’ta Roma işgalindeki direnişler, boşuna mıydı?..

Yıllar önce Mitridat’ın Patara limanını gemilerle kuşatmasından sonra Leto’nun kutsal alanına saygısızlıkta bulunarak yüzlerce ağacı kestirip, savaş makineleri ve mancınık yaptırdığını duymuştum. Likyalıların bu nedenle bu kralı hiç sevmediklerini hatırladım.

Timon öyküsüne kaldığı yerden devam etti; “Romalılar ve Roma vatandaşı olma hakkı elde etmiş bütün Efesliler korkulu bir bekleyiş içindeydi. Arkadaşım Aristeides de bunlardan biriydi. Bir akşamüstü kütüphaneye uğradığında korkusunu gizlemedi. Bana, Mitridat’ın ne kadar vahşi bir canavar olduğunu,  sarayından kaçıp, yıllarca Pontus dağlarında vahşi hayvanlarla birlikte yaşadığını, at üzerinde Büyük İskender’den çok daha usta, hançeri ile bir aslandan daha yırtıcı, insan üstü bir yaratık olduğunu dehşet dolu kocaman gözleriyle bana bakarak anlattı. Genç yaşına rağmen siyaset ve savaşta akıl almaz düzeyde zeki ve hilekar olduğunu, Pontus halkının onu bir tanrı olarak kabul ettiğini söyledi.” Yaşlı adam bir süre durdu ve derin derin nefes almaya başladı. Anlattıkça sesinin boğuklaştığını ve ellerinin titreğini görebiliyordum. Bir süre sonra kendini toparladı ve devam etti,

“Aristeides’in anlattıkları bu genç krala olan merakımı artırdı. Bundan sonra Efes’te olacaklar en az Romalılar kadar beni de ürkütüyordu. Efes’teki Romalılar çok geçmeden toparlandı. Bazen Agorada, bazen de kütüphanede bir araya gelip, toplantılar yapıyor, Mitridat’ı kentten kovmak için çareler arıyorlardı. Onların arasında bazen Aristeides’i de görüyordum. Bir gün ona bu toplantıların kütüphanede yapılmasını istemediğimi söylediğimde, arkadaşım bu yaklaşımıma çok içerledi ve o ve diğerleri o günden sonra bir daha kütüphaneye hiç uğramadılar. Aristeides’i daha sonra hiç görmedim.

Bir gün henüz güneş kenti yeni aydınlatmaya başlamışken, caddelerden yükselen korkunç uğultular ve koşuşturan insanların telaşlı ayak sesleri ile uyandım. Martılar çığlık çığlığa bağrışıyorlardı. Pencereden baktığımda Pontus’lu askerlerin Romalılara ve Latince konuşan herkese saldırdıklarını gördüm. Sokaklardaki bazı kapıların üzerinde boyalı işaretler vardı. İnsanlar işaaretli evlerden apar topar çıkarılıyor, yerlerde sürüklenerek limana doğru götürülüyordu. Caddeler kan içindeydi. Küçücük bir kız çocuğu babasını sürükleyen askerlere müdahale ettiği için tekmeleniyordu. Daha fazla bakamadım ve pencereden geri çekildim. Korku benim yüreğimi de kaplamıştı, aşağıya indim, yavaşça sokağa açılan kapıyı araladım. Kapının üzerinde hiçbir işaret olmadığını görünce derin bir nefes alarak rahatladım, tanrıçaya şükrederek tekrar kapıyı kapattım. Ortalık sakinleşmeye başladığında caddelerde kurumuş kan ve cesetlerden başka hiçbir canlı yoktu. O gün evden dışarı hiç çıkmadım. Bu belli ki, yeryüzünde Romalılara karşı yapılan en korkunç katliamdı. Gece sabaha kadar uyumadım, tanıdığım Romalılar için kaygı duyuyordum. Pencereden Romalılar dışında toga giyen Efeslilerin öldürüldüğünü görmüştüm. Aklımdan Aristeides geçti, Barbios’u düşündüm, bildiğim kadarı ile onlar da toga giyiyorlardı. Üstelik Latince de konuşurlardı. Acaba onlar kurtulmuş olabilir miydi? Belki de, Babrios kenti terk etmiş ve başka bir ülkede yaşıyor olabilirdi.” Timon son sözlerini söylerken sanki benim Barbios’un yerini bildiğimden şüpeleniyormuşcasına gözlerime bakıyordu. Timon’un bunca tehlike ve korku dolu günler geçiren Barbious için kaygılanması beni düşündürmüştü. Barbious ile geçen kısa dostluğu anlaşılan onu epeyce etkilemişti. Sessiz ve kararlı bakışlarım onu yarım kalan öyküsüne dönüşünü hızlandırdı.

“Ertesi gün kentte sessizlik hakimdi, evden dışarı çıktım, sokaktan yokuş aşağıya, ana caddeye doğru ilerlemeye başladım. Sokaklar Romalıların cesetleri ile dolu idi. Kadın, çocuk ayırt edilmemiş, işaretli evlerde her kim bulunduysa öldürülmüştü. Kırmızı işaretler hala kapıların üzerinde duruyordu. Liman çok daha korkunçtu. O yöne yürümek istemedim. Kütüphanenin önünde de Pontuslu askerler bekliyordu, o tarafa da gidemedim. Kuzeye doğru yürümeye devam ettim. Sokaklar ve caddelerde kurumuş kanlar ve cesetlerin üzerinde kuşlar ve sivri sinekler vardı. Mermer caddeden geçerken gözlerim kentin soylularının oturduğu yamaçtaki evlere ilişti. Duvarlar kan lekelerinden kıpkırmızıydı. Ağlayan bir çocuğun feryadı sessizlikte çınlıyor, hiç dinmiyordu. Kent tanımadığım korkunç bir yerdi. Sanki bu caddelerden daha önce hiç geçmemiş, böylesine bir kabusu düşlerimde bile görmemiştim.”

Timon’un anlattıkları dinlerken hiçbir zaman unutamayacağım Ksanthos kentindeki son günümü yeniden yaşamıştım. Likya’da yaşananlar, yıllar önce Efes’te yaşayan Romalıların da başına gelmişti. Timon, Efes’i anlatırken, gözlerimin önündeki kent Ksanthos’tu. Kanlar içinde dizlerinin üzerine çöken babamın gözlerindeki son ifade, her gece kabuslarımda benimle birlikte yaşayacaktı. Dünya ile bağlarımı koparan, belki de sadece o andı.

Timon sözlerine devam etti, “Bilinçsizce koşuşturan ayaklarım beni tapınağa giden kutsal yola getirmişti. Tapınağa doğru koşar adım yürümeye devam ettim. Yol boyunca yerde yatan cesetlere ve kurumuş kan birikintilerine basmamak için yürümekte zorlanıyordum.

Kutsal alana yaklaştığımda nefes nefese kalmıştım; orada manzara çok daha korkunçtu. Tapınağın etrafı sığınmak için gelen, fakat tapınağa girmeyi başaramayan birçok Romalı ile doluydu. Pontuslu askerler tapınağın çevresini sarmışlar, sığınmacıların tapınaktan çıkmasını bekliyorlardı. Geri döndüm; eve kadar adımlarımı sıklaştırarak yürüdüm. Yüce Artemis’e yapılan en büyük saygısızlıktı bu. Kutsal alanda böylesine bir katliam hiçbir dönemde yapılmamıştı.

Daha sonraki günlerde ortalık gitgide yatıştı. Zaman zaman Romalılara yardım eden İyonyalılar tutuklansa da, genellikle hafif cezalara çarptırılıyorlardı. Bir gün Efes caddelerinde, elleri ve ayakları zincire vurulmuş zavallı bir adamın, Pontus askerleri tarafından çırılçıplak gezdirildiğini gördüm. Yaklaşıp yüzüne baktığımda uzayan saçları ve sakallarından tanıyamadığım bu zavallı adam Romalı komutan Akilius’tu. Sonraları duyduğuma göre, ünlü komutan halk düşmanı olarak ilan edilmiş, halktan çaldıkları karşılığında ağzına erimiş altın dökülerek cezalandırılmıştı. Efes’in nüfusu Pontus katilamları sonrası yarıya inmişti. Kurtarıcısını coşkuyla karşılayan kentte sadece hüzün ve korku hakimdi.

Birkaç gün sonra Pontuslu askerler kütüphaneye geldiler, beni arıyorlardı. İçimi korku kapladı. Kralın beni görmek istediğini söylediler. Çok şaşırdım, koskoca kral benden ne isteyebilirdi ki? Hemen toparlandım ve askerlerle birlikte dışarı çıktık. Yol boyunca kralın benden ne isteyebileceğini düşündüm, benim gibi birini ne amaçla çağırmış olabilirdi? Sonra aklıma Aristeides ve arkadaşlarının kütüphanede yaptığı toplantılar geldi. Mutlaka bunları duymuş olmalıydı. Onun hakkında duyduklarımı düşündükçe içimdeki korku daha da artıyordu.

Saraya geldiğimizde büyük bir kapıdan geçtik. Geçtiğimiz yerlerde Doğulu Persler gibi giyinmiş bir çok adam vardı. Sonunda Büyük Mitridat’ın tahtının önüne gelebilmiştik. Kral salonda yoktu. Bacaklarım titriyor, her nefeste korkuyu içime dolduruyordum. Bu salondan sağ çıkamayabilirdim. Fısıldayarak, ulu Artemis’e, ulu anamız beni bu zalimlerden koru diye yakarıyordum. Biraz sonra sağımdaki büyük kapı açıldı ve başında tacı olan dev bir adam içeri girdi. Başımı kaldırıp göz göze geldiğimizde kanımın iliklerime kadar donduğunu hissettim; Karşımda duran adam uzun süredir kentte görünmeyen Babrios’tu! Sakallarını kesmişti ama bu yüz?.. Artık çoktan katılmak istemediğim bir maceranın içindeydim…”

Timon’un son sözleri gece karanlığında uykuya yenik düşmek üzere olan şakaklarımda sert bir tokat etkisi yaratmıştı. Demek ki, Timon’un dostluğunu kazanan bu adam Küçük Asya’nın hakimi Büyük Mitridat’tı. Sabırsızlıkla Timon’a daha sonra olanları sordum.

Timon yutkunduktan sonra öyküsüne devam etti; “Mitridat dostu olduğumu ima edercesine omzuma dokunarak şaşkınlığımı yatıştırmaya çalıştı. Bana eski bir dost gibi çok sıcak davranıyordu. Oysa omzumda kanlı bir elin gezindiğini düşünüyor, onun bana gösterdiği sıcaklığı bedenim kabul etmiyordu. İçimdeki korkuyu bir türlü atamadığımdan, titreyen bacaklarımı engelleyemiyordum. Pergamon’daki kütüphanede benim gibi birine ihtiyacı olduğunu ve beni Pergamon’a götürmek istediğini anımsıyorum. Konuştuklarının birçoğunu heyecandan anlayamıyordum ama bana, bazı şeylerin bedeli olduğunu ve bu bedelin acılar pahasına ödenmesi gerektiğini söylediğini ayrımsamıştım. Onu dinlerken, karşımda konuşanın sakallı Babrios’dan çok daha farklı biri olduğunu fark ediyordum. Sonraki yıllar boyunca onun, benim eski dostum Babrios olduğundan hep kuşku duydum ve hiçbir zaman da emin olamadım. Kralsa, bana birlikte geçirdiğimiz eski günlerimizi çağrıştıran hiçbir şey söylemedi. Sanki odev gövdenin içinde birbirinden farklı iki adam yaşıyordu. Sarayda yaşadığım süre boyunca cesaretimi toplayıp, ona bu konuda hiçbir şey soramadım. Yine de, sesinin tonundan bana olan dostluğunun kalıcı olduğunu anlayabiliyordum.”

Timon anlattıklarından dolayı epeyce yorulmuş ve bitkin düşmüştü. Üstelik ertesi gün zorlu bir yolculuğa çıkacaktık. Birden bir martı sesi ile irkildim. Kulağımı kabartıp çevreyi dinledim. Karanlık görünen herşeyi içine çekerken martının çığlığını da yutuyordu.  O gece ne yazık ki, Timon’unMitridat ile karşılaşmasından sonra neler olduğunu öğrenememiştim.

Bir Önceki Yazı

Bir Sonraki Yazı