Timon’un Öyküsü
Dağılan sislerin arasından doğan şafakla birlikte, gemiye çıktık. Sıralarımıza zincirlendikten hemen sonra koydan çarçabuk uzaklaştık. Gemi, Olympos kıyılarını terk ederek yine doğuya, Pamfilya sularına yelken açtı. Roma’nın Akdeniz’deki üstünlüğü sonrası, özellikle bu bölge korsanlar için risk ve tehlikelerle doluydu. Eskiden olduğu gibi büyük ticaret gemilerine yaklaşamıyor, çok daha tedbirli olmaya özen gösteriyorlardı. Ansızın bir Roma donanması ile karşılaşmak, bu yolculuğun sonunu getireceğinden, çok daha dikkatli yol almak gerekiyordu.
Uzaklarda güzelliği dillere destan Phaselis kentinin koyları göründüğünde kızılçam ormanlarının arasında gizlenmiş kentin ana binalarının ve tapınaklarının parıldayan sütunları seçilebiliyordu. Koylardan birinde demir atmış birkaç ticaret gemisinden başka bir gemi görünmüyordu. Korsanlar Phaselis açıklarında rotalarını değiştirerek Pamfilya körfezine girmeden, açık denizden doğuya doğru seyretmeye karar verdiler. Bu bölgeyi Roma savaş gemileri ile karşılaşmadan geçmek için en uygun yol olacaktı. Oysa sürprizlerle dolu açık denizde oldukça tehlikeli bir yolculuğu göze almışlardı. Her şey yolunda giderse hafif rüzgarlı havada zahmetsiz ve güvenli bir yolculuk yapacaktık.
Timon’la dostluğumuz, her ikimizi de yaşamla barıştırmıştı. Zorunlu kalmadıkça hiç konuşmayan yaşlı adam canlanmış, bana her fırsata bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Onun kısık sesini duyabilmek için çok çaba sarf ediyor, bazen kendimden geçip, dehşet içinde, yüksek sesle sorular sorduğumda, korsanlardan sert uyarılar alıyordum. Efes kentini merak ediyordum; Ksanthos vadisinde Moles’in defalarca ona bıkmadan anlattığı Artemis’in kentini. Timon Efes’teki günlerini anlattıkça anıları canlanıyor, hüzünlenerek ayrıntılara dalıyor, adeta beni kentin sokaklarında gezdiriyordu.
Rüzgarın bizi rahatlattığı öğle sonrası bir müddet dinlendikten sonra; “İyonya’nın bütün kentlerini gördüm, uzak Pergamon’da da bir süre yaşadım. Ne var ki, Efes’te insan başka bir dünyada yaşadığını hisseder.” diyerek söze başlamıştı.
“İç bölgelerden gelen halkın denizle bağlantısı sadece Efes limanı sayesinde sağlanabilir. Doğuluların ve batılıların bir arada yaşadığı bir kenttir Efes. Burası dünyanın çeşitli ülkelerinden gelen insanların buluşma yeridir. Doğu ülkelerine Efes’te başlayan Kral Yolu ile gidilebilir. Agorada hem doğunun, hem de batının en güzel malları satılır. Rıhtıma şu anda bu gemiden çok daha büyük yelkenliler yaklaşır, demir atıp günlerce limanda beklerler.” dedikten sonra basını gökyüzüne kaldırarak bir süre sessiz kaldı ve meraklı gözlerimi yeniden fark ettiğinde sözlerine kaldığı yerden devam etti:
“Efes aynı zamanda bir karşılama yeridir. İyonya’ya gelen krallar, kraliçeler, prensler ve prensesler Efes’te karşılanır. Kentte yerli İyonyalıların dışında Lidyalılar, Ermeniler, Yahudiler ve Romalılar birlikte yaşar. Liman civarında çok sayıda banker vardır. Tapınak şehrin çok uzağında olmasına karşın tanrıçayı ziyaret eden yabancılar, tapınağın çevresindeki esnaf için önemli bir gelir kaynağıdır. Heykeltıraşlar tapınağın mimarisine her geçen yıl yeni katkılarda bulunur, Artemis’in göz kamaştıran heykelleri kentin caddelerini süsler. Efes eğlencenin de bolca yaşandığı bir kenttir. Kentin sokakları her zaman kalabalıktır. İyonya’nın en güzel üzümlerinden yapılan şaraplarının içildiği meyhaneler dolup taşar. Tiyatroda Atina ile yarışır düzeyde piyesler oynanır, tanınmış müzisyenler konserler verirdi.” derken yüzünde söylediklerinin aksine mutsuz bir ifade vardı.
“Sonra ne oldu?” diye sabırsızlıkla sorarken Timon’un üzülmesi pahasına kendimi yenememiştim. Önce derin bir nefes aldı, gözünün ucuyla korsanlara bakarak devam etti,
“Eskiden insanlar savaşın hiç uğramadığı bu barış kentinde mutlu yaşarlardı. Romalıların kente gelişiyle bu sihirli kent, İtalya’dan akın akın gelen tüccarları da kendine çekti. Roma’da işini gücünü bırakan gemiye atlayıp soluğu Efes’te alıyordu. Önceleri bu durum pek rahatsız edici değildi. Karşılıklı gelişen bu alışveriş ilişkisinden hem yerliler, hem de Romalılar karlı çıktılar. Kent halkı mutluydu. Artemis tapınağı şehre gelenler için bir çekim merkezi idi. Ne var ki, kentin en önemli gelir kaynağı olan tapınağın nimetlerine Romalılar da göz dikmişlerdi.
Sonraları her şey değişti; eski günler anılarda kaldı. Zaman içinde Roma’dan o kadar çok kişi gelip yerleşti ki, kent Efeslilerin kenti olmaktan çıkmıştı. Roma’dan ve Küçük Asya’nın dört bir yanından insanlar ticaretin hızla geliştiği bu kentte gelerek yer edinmeye başladılar. Ama mutlu olan taraf her zaman Romalılardı. Diğerleri yetmiyormuş gibi, sürekli yeni vergiler konuyor, yerli halk gitgide fakirleştiriliyordu. Efes artık Romalı memurların İyonya’nın vergilerini topladığı büyük bir eyalet merkeziydi. Tarımdan ticarete, esnaftan zanaatkara kadar herkes Roma’ya vergi ödemekle yükümlüydü. Roma’nın istediği miktarın üzerinde vergiler toplayan bu memurlar verginin fazlasını kendilerine ayırdıkları halde, hiçbir zaman doymuyorlardı. Tanıdığım bir çok esnafın bu adaletsiz yeni düzene başkaldırdıkları için mallarına el konmuştu. Ceplerinde bol paralarla ülkelerine dönenleri gören diğer Romalı tüccarlar Efes’e akın ediyor, kent günden güne daha da kalabalıklaşıyordu. Bazen düşünüyorum da, şu bizim korsanlar Romalılardan çok daha merhametli; bu gemide her gün kürek çekmeyi zaman zaman Efes’te yaşadığım o kötü günlere yeğlediğim oluyor.” dedikten sonra zayıf parmaklarıyla kavramaya çalıştığı küreğine gülümsedi.
“Herşeye rağmen senin gibi kendi halinde bir kütüphane memuruna Romalılar ne zarar verebilirler ki?” diye sorduğumda merakımı anlayarak tekrar gözlerime bakıp,
“Bu uzun bir öykü” diye söze başladı, “Benim kentte oldukça sade bir yaşamım vardı. Genellikle kütüphane ve evim arasında geçen bu hayat, benim beklentilerimi fazlasıyla karşılıyordu. Kütüphane, benim yaşamımı dolduran en önemli yerdi. Efes halkı uyanmadan erken vakitlerde evden çıkar, boş sokaklardan ve sessiz caddelerden yürüyerek kütüphaneye giderdim. Bazı günler saatlerce papirüs ruloları arasında kaybolur, akşama kadar günün nasıl geçtiğinin farkına varmazdım. Akşamları liman manzaralı evimde sade bir yemek sonrası, gece karanlığında ışıksız oturur, limanı ve gemileri izlerken, şarabımı yudumlardım. ” dedikten sonra aniden bir şey hatırlamışcasına başını kaldırarak konuşmasına devam etti,
“Bir gün tiyatro çıkışı adının Babrios olduğunu öğrendiğim genç bir adamla tanışmıştım. Onunla Asis üzerine uzun bir sohbet etmiştik: Birkaç gündür onu kentin sokaklarında da görüyordum. İriyarı, dev yapılı bir adamdı bu. Uzun dalgalı saçları ve sakalı vardı. Elleri kocaman, omuzları Herakles’inki kadar genişti. Gizemli bir adamdı Babrios. Sessiz ve sakin bir görünümüne karşın, rüzgarda dalgalanan kumral saçları ve heybetli görünümü ile bir Galatlı savaşçıyı andırıyordu. Ancak bu genç adam bir Atinalı kadar düzgün Helence, zaman zaman Romalılarla da Latince konuşuyordu.”
Timon konuşurken artık bana değil, denize bakıyordu. Dalgaların hareketi onu yer ve zaman olarak çok uzaklarda bıraktığı anılarının içine çekiyordu. Bense onun her Babrios dediğinde aklımdan Likyalı Sarpedon’u geçiriyordum.
“Babrios tanıştığımız o günden sonra, sık sık kütüphaneye gelmeye başladı. Bazen günlerce kütüphaneye kapanıp, raflardan indirdiği ruloların arasında kayboluyordu. Platon’un ve Aristoteles’nin bütün eserlerini okumuştu. Bazen Aristoteles ile ilgili sorular soruyor, onunla filozofun görüşleri üzerinde tartıştığımız oluyordu. Ben, genellikle Platon’un fikirlerini savunurken o, Aristoteles’in gerçekçiliğini savunup onun haklılığı üzerinde dururdu. Ona göre, bu dünyanın Roma egemenliğine son verecek, Büyük İskender gibi yeni bir lidere ihtiyacı vardı. İskender doğu dünyası ve batıyı kaynaştırmış zengin bir kültür birliği yaratmıştı. Romalılarsa güzel olan her şeyi kendi hegemonyaları altında yok ediyorlardı. O, Aristoteles’nin görüşlerinin yanı sıra Büyük İskender gibi bir dünya liderini yetiştirmiş olmasını da çok önemsiyordu.
Babrios’a göre, Troya’nın kapılarını açan Odysseus’un en önemli özelliği tanrılarla bir akrabalığının olmadığı halde, tanrısal özellikleri olan diğer kahramanları her koşulda alt etmeyi bilmesi ve onlardan daha üstün olduğunu göstermesi idi. Odysseus’un akıllı, sabırlı ve her türlü zorluğa karşı çare bulma yetisine sahip bir insan olduğunu söylerdi. Fiziksel gücünün yetmediği durumlarda gereğinde yalan söyleyip, masallar uyduran Odysseus tanrıları bile aldatmayı başarmıştı. En zor koşullarda Troyalılarla baş edemeyeceğini anlayınca tahta at fikrini ileri sürmüş, o sayede kentin kapıları zorlanmadan Akhalara açılmıştı. Tanrıçalar ölümlü insanlarla evliliği aşağılayıcı bulup isteksiz davrandıkları halde, Odysseus’a aşık olmuşlar, onunla evlenmek istemişlerdi.
Babrios ile uzun tarih ve felsefe sohbetlerime karşın, ne yazık ki onun gizemli kişiliğini hiçbir zaman keşfedememiştim. Nereli olduğunu dahi bilmiyordum. Atinalı olamazdı, Romalı da değildi. Belli ki, gemilerle ulaşılabilen uzak bir ülkenin insanı idi. Kütüphanede kitaplara olan ilgisi dostluğumuzu pekiştirmişti. Zaman zaman derinlere dalıyor, sütunlardan birine gözlerini odaklayıp geç vakitlere dek düşündüğü oluyordu. Karmaşık bir kişiliği vardı. Bazen bana üzerinde daha önce hiç düşünmediğim konularda sorular sorduğunda, yanıtlarıma katılmasa da, sabırla dinliyor ve hiçbir yorum yapmadan sessiz kalmayı tercih ediyordu. Şimdi üşünüyorum da, yine de, Aristoteles, Büyük İskender ve Odysseus’a hayranlığını hiçbir zaman gizlememişti.
Babrios bazı akşamlar evime de geliyordu. Aramızda gelişen sıkı dostluğa rağmen, bazen onun içini dev bir öfke ve nefretin kapladığını düşünürdüm. O zaman çakmak çakmak gözleri korkunç bir ifade alıyor, uzaklardaki bir düşmanla amansız bir kavgaya tutuşuyordu. Bütün bunlarla beraber, Babrios çoğu zaman nazik ve duyarlı bir insandı. Onu bir keresinde büyük Artemis Tapınağı’na götürdüm. Tapınağa hayranlığını gizleyememişti. Defalarca çevresinde tur atmış, daha önce hiç duymadığım dillerde dualar mırıldanmıştı. O günden sonra tek başına birkaç kez daha tapınağa gittiğini anımsıyorum. ”
Zenon’un zorlanarak yükselttiği boğuk ve korkutucu sesi, Timon’un uzun soluklu Efes anılarını yarıda bıraktı;
“Kürekçiler! Kesin kadınlar gibi konuşmayı, küreklere asılın! Karaya yaklaşacağız.”