Platon’un Gölgeler Ülkesi
İskenderiye’de koca bir kış mevsimi çok çabuk geçmişti. Kış aylarının başlangıcından sonuna kadar zaman zaman güneşli, bazen de soğuk olan iklim koşulları her yıl olduğu gibi, bu yıl da kentlileri şaşırtmıştı. Fırtına ve yağmurların dinmediği kasvetli günler geride kalmış, ilkyazın gelmesi ile Moseion’un bahçesini azgın koyu bir yeşil sarmıştı. Timon’la aramızdaki yakınlık, dostluğun da ötesinde, adeta aynı yazgıyı paylaşan bir baba oğul ilişkisine dönüşmüştü. Birlikteyken anlaşamadığımız tek konu evde damak tatlarımızın uyuşmamasıydı. Timon genellikle et yemekleri ve balık yemiyor, Moseion’un bahçesinden ve Mareotis gölü kıyısından topladığı otları bir takım baharatlarla birbirine karıştırarak zahmetli yemekler yapıyordu. Bense, onun hazırladığı bu yemekleri yiyemiyor, çoğu zaman akşam yemeğini Moseion’daki yemek salonunda yemeyi tercih ediyordum. Bu sayede İskenderiye’deki bir çok filozof ile tanışma fırsatını elde ediyordum.
Uzun bir aradan sonra Mısır Kraliçesini birkaç kez daha görmüştüm. Her seferinde de, onunla karşılaştığım ilk günkü heyecanıma tekrar kapıldım. Kraliçeyi gördüğüm günler, yaşama başka bir coşkuyla bağlanıyor, ona çok yakın mekanlarda yaşamak ve onu yakınımda hissetmek beni mutlu etmeye yetiyordu.
Son zamanlarda Platon’nun, eserlerinin bulunduğu depodaki rulolarla ilgileniyordum. Bu bölümdeki eserlerin bir bölümü papirüs rulolarından, diğer bir bölümü ise Pergamon’dan getirilmiş koyun derisine yazılı eserlerden oluşuyordu. Platon’la ilgili bütün ruloları gözden geçirdim. Bunlar arasında yasalar, sayılar, cesaret, din, sevgi ve erdem üzerine yazılmış eserler vardı. Bu eserleri okuyabilmek için, Timon’un bana verdiği işleri mümkün olan en kısa sürede bitiriyor, geri kalan zamanımı da ruloların bulunduğu depoda geçiriyordum. Bazen Timon’un bana bir takım angarya işler vereceğini anladığımda, gizlice ortadan kayboluyor ve bir süre sonra elimde bir rulo ile yeniden ortaya çıkıyordum. Platon eserlerini diyaloglar şeklinde yazıldığı için, okunması hem kolay, hem de zevkli idi. Sık sık ortadan kaybolmam ve işlerin zaman zaman aksaması Timon’un pek hoşuna gitmiyor, karşılaştığımız zamanlarda bazen suratını asıyordu. Ama en azından nerede olabileceğimi tahmin ettiğinden, beni aramak yerine sabırla beklemeyi tercih ediyordu.
Platon’u kavramak, yaşamımın önemli bir parçası olmuştu. Bazı eserleri defalarca okuyup, her seferinde yeni anlamlar yakalarken bu durumdan çok haz alıyordum. Bir gün rafların arka tarafındaki tozlu bir ruloyu açtığımda, Platon’un devlet üzerine yazdıklarını bulmuştum. Ruloyu aralayıp okurken, önceleri toplumların ideal yaşam biçimi olarak gördüğü demokrasi düşüncesinden uzaklaştığı için Platon’a kızmıştım. Bu eserde Platon’un örnekler vererek anlattıkları, kafamı epeyce karıştırmıştı. Belli ki Platon, Sokrates’in öldürülmesinden çok etkilenmiş ve böyle bir eseri yazma gereği duymuştu. Atinalılar demokrasinin erdemlerini ne kadar överse övsünler, Sokrates’in o demokrasinin kurbanı olduğunu unutmamalıydılar.
Platon diyaloglarında, bir çok konuda öğretmeni Sokrates’i konuşturmuş, görüşlerinin bir çoğunu ona söyletmişti. Toplumsal yaşama alternatifler sunarken, ölümlülerin kavrayamadıkları tanrılar ve insanların dünyasını bir mağara örneği ile açıklamaya çalışmıştı. Öğrencisi Glaukon’dan yeraltında uzun bir geçitten geçtikten sonra, içine girilebilen bir mağarayı gözlerinin önüne getirmesini istemişti. Bu mağaranın içinde ayaklarından ve boyunlarından zincire vurulmuş insanlar vardı. Bu insanlar öylesine sıkı sıkıya bağlıydılar ki, başlarını bile oynatamadan mağaranın girişine arkaları dönük olarak karşı duvara bakıyorlardı. Arkalarındaysa, mağaranın giriş tarafında, yüksek bir yerde yakılmış ateş parıldıyordu. Ateş ile insanlar arasında, alçak bir duvar vardı ve ışık, bu duvarın üzerinden karşı duvara yansıyordu. Duvarın arkasında, insanların ellerindeki tahtadan yapılmış kuklaların gölgeleri ateş sayesinde mahkumlara görünüyordu. İnsanlar sadece gölgeleri görüyor, fakat arkalarına dönüp bakmayı beceremediklerinden gölgeleri gerçek zannediyorlardı. Eğer içlerinden biri zincirlerinden kurtulabilse, arkasına dönüp gerçeği görebilecekti. Ancak yıllarca ışığın ve gölgelerin yansımasını gördüğünden, daha kafasını çevirirken acı duymaya başlayacak, ışığın kaynağını görünce gözleri kamaşacaktı. Korkusundan ve çektiği acılardan tekrar eski gölgeler dünyasına dönmek isteyecekti; çünkü kavrayabileceği yegane gerçek, gölgelerin dünyası olacaktı. Eğer mağaradan çıkmayı başarır, gerçekle yüzleşme cesaretini gösterirse, çekeceği büyük acılara ve zorluklara karşın, gerçeğe ulaşacak ve önceleri geçici bir körlük yaşasa da, bir süre sonra bir şeyler görmeye başlayacaktı. Dışarıdaki dünyaya alışıp da, mağaraya tekrar döndüğünde ise, bu kez karanlık yüzünden tekrar kör olacaktı. Ne kadar çabalasa da, dışarının gerçeğini içeridekilere anlatmakta çok zorluk çekecekti. Platon’a göre insanlar gerçeği göremeden gölgelerin tutsağı olarak yaşamaktaydılar. Gerçek benliğe sadece gölgeleri değil, varlıkları görerek erişebilirdi. Platon’un anlattıkları ile kendi yaşamım arasındaki ilginç çelişkiyi keşfetmiştim: Platon’un insanları tutsak oldukları için gerçeği göremiyorlardı; oysa ben, kendi gerçeğimi tutsakken keşfetmiştim.
Platon’un mağara örneği üzerine yazdıklarını okuduktan sonra, yaşadıkları yeryüzünün de bir mağara olabileceğini ve gördüğüm görüntülerin gerçek dünyanın görüntüleri olmayabileceğini aklımdan geçirdim. Gerçekten de, Sokrates eserin bu bölümünde, onun yıllardır düşünüp de, ifade edemediği bir düşünceyi anlatıyordu. Görünenler sadece yeryüzüne yansıyanlar, gölgelerin sahipleri ise gerçeklik olabilirdi. Platon, bir ölümlünün günün birinde kafasını çevirip gerçeği görebileceğini söylüyordu; ölümlülerin yaşamı gölgeleri seyretmekle geçtiğine göre, Platon’un aradığı ideal yaşam, yeryüzünde gölgelerin ötesindekileri kavrayabilecek filozof liderlerin yöneteceği ideal devlet ile varolabilirdi. Onun bütün amacı, kutsal değerlerin anlaşılır kılınmasıydı.
Platon, gölgeler dünyasında mutlu bir toplum oluşması için çeşitli öneriler getirmişti: Ona göre toplum çeşitli sınıflardan oluşmalıydı. En alt sınıf, çiftçiler ve zanaatkarlardı. Bunların toplum hayatı üzerinde hiçbir hakları yoktu. Sadece, onlardan istenenleri yapacaklar ve karşı koymadan çalışacaklardı. Savaşçılar, çiftçi ve zanaatkarlara göre daha geniş haklara sahip bir sınıftı. Onlar toplumun koruyucularıydı. Sürekli olarak silah altında yaşayacaklar, ülkeyi iç ve dış düşmanlardan gelecek tehditlere karşı koruyacaklardı. Önderler ise, topluma yön verecek beceride, çeşitli deneylerden geçmiş, tecrübeli seçkin insanlardan oluşacaktı.
Onun devletinde çocuklar, doğumlarından hemen sonra annelerinden alınacak, devlet tarafından büyütülecek, böylece çevrelerinde tanıdıkları herkesi kardeşleri olarak göreceklerdi. Bu çocuklar yirmi yaşına kadar jimnastik ve müzikle eğitilecekler, sonra bunlardan bir kısmı çiftçi veya zanaatkar olarak yaşama katılacak, diğerleri ise, aritmetik, geometri ve astronomi öğrenimi göreceklerdi. Bu aşamada başarısız olanlar orduya katılacaklar, diğerleri ise otuzbeş yaşına kadar felsefe öğrenimi göreceklerdi. Daha sonra bu seçkin öğrenciler elli yaşına kadar devlet yönetimi üzerine eğitime devam edeceklerdi. Elli yaşından sonra devlet yönetimi için göreve hazır hale gelen bu filozoflar, hayatları boyunca hiç mal mülk edinmeyecekler, hep bir arada yaşayacaklardı. Kadın erkek ayrımı olmadan herkes filozofluk mertebesine erişebilirdi. İçlerinden birini kendilerine kral olarak seçecekler ve devletin başı bu filozof kral olacaktı. Denizden epeyce uzakta bir adada küçük bir site olan Platon’un devletinde diğer ülkelerden farklı bir hayat yaşayacaktı. Okuduklarımdan Platon’un öğrencisi Dion’un, onun devlet anlayışına uygun bir krallık kurmak istediğini ama başarısız olduğunu öğrenmiştim. Ne var ki, bu başarısızlığının nedeni Platon’un okulu Akedemia’da yetişmiş bir başka öğrencinin ona ihanetiydi.
Platon’un önerdiği gibi yeryüzünde bir mutluluk ülkesi kurulabilir miydi? Likya’yı, ülkemi düşündüm. Orada insanlar mutluydu. Mısırlılar kadar refah sürmüyorlardı ama Platon’un anlattıklarına benzer bir yaşam vardı. Zaman zaman düşman ordularının saldırısına uğrasalar da, kendilerine ait mutlu bir dünyaları vardı. Uğruna gözlerini kırpmadan ölebilecekleri, özgür insanların yaşadığı bir dünyaydı orası. Acaba bütün gayretlerim boşuna mıydı? Aradığım mutluluk ülkesi aslında Likya mıydı? Eğer öyle ise bütün arayışlarım boşunaydı.
Çiftçi ve zanaatkarların yönetimde söz sahibi olmadığı bir toplum düşünemiyordum. Platon’un önerdiği düzen onlara fazla şeyler sunmuyordu. Asıl üretimi yapan bu kalabalık kitleler yönetimde söz sahibi değillerdi. Üstelik kralların da, filozofların da zaafları olabilirdi. Büyük Roma’nın komutanları da, senato üyeleri de seçkin ve akıllı insanlardı ancak güçlerinin bedelini kölelere ve fakir halklara ödetiyorlardı. Onlar uygarlık adına ulusları köleleştiriyor, kendi çıkarları için vergiler topluyor, başka ülkelerin kaynaklarını fütursuzca kendi ülkelerine taşıyorlardı.
Sonraları Peloponnesos Savaşlarını ve bu savaşların sonuçlarını okuduğumda Platon’u daha iyi anlayacaktım. Platon’un geliştirdiği ideal devlet, birbirine karşıt yönetimlere sahip olan Sparta ve Atina kentlerinin bir senteziydi. Platon’a göre güçlü ve kalıcı bir devlet ancak Sparta’daki gibi toplumun sınıflara ayrıştırılması ile kurulabilirdi. Platon’un açıklamaya çalıştığı ideal toplumdaki sorunların çözümüne dair önerileri beni, onun açıklamaya çalıştığı gölgeler ülkesinden uzaklaştırmıştı.