Mısırlı Prensesin Ölümü kleopatra

Efes’e dönüşümün ikinci günüydü. Pencereden limana baktım; bulutsuz, güneşli bir gündü. Öğle sonrası caddeler her zamanki gibi kalabalık ve gürültülüydü. İskenderiye’den gelen Roma gemileri günlerdir limanı terk etmemişlerdi. Askerler püsküllü başlıklarıyla kalabalığın arasında kolayca seçilebiliyordu.

Prensesi tekrar görebilmek için Artemis tapınağına gitmekte kararlıydım. Beyaz tuniğimi giydim; İskenderiye’den beri eskitemediğim sandallarımı ayağıma geçirdim. Pion dağının dik bayırlarından inerek, tapınağa giden kutsal yola çıktım. Artemision’a yaklaşırken, heyecanım gitgide artıyordu. Mısır’da geçirdiği yıllar boyunca erişemediğim kraliçeye benzeyen tapınaktaki kadına giderken, ona söylemek istediklerimi içimden tekrarlıyor, her seferinde söyleyeceklerime yenilerini ekliyordum.

Tapınak, her zamankinden sessiz ve sakindi. Her gün yüzlerce ziyaretçiyi ağırlayan kutsal alan ve çevresi bomboştu; bu durumu yadırgadım. Adımlarını sıklaştırarak tapınağın merdivenlerinde tek başına oturan genç rahibeye yaklaştım. Rahibe gelişime aldırmadan sütunların arasından gökyüzüne bakarak dualar mırıldanıyor; yüzündeki mutsuzluğu dalga dalga çevresine yayılıyordu. Bir süre bekledim; cesaretimi toplayarak rahibeye yaklaştım ve ona Mısırlı prensesi sordum. Rahibe beklemediği bu soru ile irkildi; iri ve sürmeli gözleriyle beni süzdükten sonra, prensesin tanrıçanın yanına, sonsuzluğa eriştiğini söyledi. Sonra ayağa kalktı; sütunların arasından tapınağın içine doğru yürüyerek kayboldu.

Mısırlı prensesin kraliçenin emriyle Romalılar tarafından öldürüldüğünü öğrendiğimde, üzüntüm yenemediğim öfkeme karışmıştı. Hayatımda etkilendiğim iki kadından birisi, diğerini öldürtmüştü. Yıllar evvel her şeyini elimden alan Romalılar, prensesin kanı ile tapınağın kutsal alanını kirletmişler,  üstelik kutsal Artemis’in kollarına sığınan kızcağızı öldürürken tanrıçanın gazabından da korkmamışlardı.

Kente dönerken, mermerli caddedeki iki tekerlekli Roma arabalarından yankılanan nal sesleri nefretimi büsbütün artırıyordu.

Sonraki günler boyunca evden dışarı çıkmadım. Timon’un yaptığı tıp çalışmalarından oluşan ruloları tekrar okuyarak defalarca gözden geçirdim. Yazılarından birinde ruh ve maddenin yeryüzünde dengeli bir sentezinden bahsediyordu. Ona göre, ruh ve madde sonsuzdu; ölümlülerin sonsuzluğa erişebilmesi sadece ruhun ve maddenin uyumlu birlikteliği ile mümkündü. Tanrısal alemde yaşayan kutsal varlıklar ancak bu birlikteliğin uyumu ile var olabilirdi. Dünya hayal edebileceğimizden daha fazla sırlar taşıyor ve tanrılar gücünü göklerden değil, yeryüzünden alıyordu. Yaşama dair bilinmeyenler, yine bu yaşamın içinde saklıydı. Oysa Timon’un başka yazılarında bu görüşün aksine, tanrısal evrenin sırlarına erişmenin insanlara umutsuzluk ve kötülük getireceğini anlatıyordu.

İsimlerini bile bilmediğim birçok şifalı otun karışımını içeren reçeteleri gözden geçirirken, Timon’un kullandığı ilaçların etkileri ve yan etkileri üzerine yazdıklarını da, dikkatle okudum. Oluşturduğu karışımlarla yapılan denemelerin etkileri ile ilgili bir çok not almıştı.

Sonraki haftalarda Pion dağının yüksek yamaçlarına tırmandım. Fesleğen, anason, papatya soğan ve ıhlamur yapraklarını toplayıp, Efes pazarından aldığım sarımsak, lahana, incir, kuru ceviz ve diğer çeşitli bitkilerle topladığım yaprakları karıştırarak Timon’un reçetelerinde bahsedilen ilaçlardan yaptım. Daha sonra yaban hayvanlarının kanında erittiğim bitkiler ve afyon sakızından Pontus kralının bulduğu panzehir ilaçlarını kendi bedenimde denedim. Aldığım olumlu sonuçlar beni oldukça etkilemişti. Fakat bütün çalışmalarıma ve denemelerime karşın, Pontus kralının ölümsüzlük iksiri ile ilgili araştırmalarım yetersizdi, bir sonuca ulaşamadım.

Çaresiz ölümü bekleyen küçük bir çocuk için hazırladığım ilacın olumlu etkileri sonrası, yaptığım karışımların dozunu değiştirerek daha iyi neticeler aldım. Varlıklı bir tüccarın büyük oğlunu iyileştirmem, Efes’te ünümün yayılmasına yetmişti. Kandil ışığında, gece yarılarına kadar çalışıyor, keşfettiğim yeni formüllerden ilaçlar hazırlıyordum. Artık işlerimde birlikte çalıştığım bir de yardımcım vardı. İnsanlara gereğinde karşılıksız yardımcı olmaktan hiç çekinmemiştim. Gece yarıları bile getirilen hastalara çareler arıyor, gereğinde onların evlerine gidip hazırladığım ilaçları bizzat kendi ellerimle içiriyordum. Çok çalışıyordum; ancak bitkilerden hazırladığım karışımlar sayesinde hiçbir zaman bitkin düşmüyor gücümü kaybetmiyordum.

On yıl kadar böylesine yoğun bir tempo ile çalıştım. Ünüm Efes’in sınırların aşmış, İyonya’nın diğer kentlerinde de yayılmıştı. Miletos’tan, Prine’den ve Smirna’dan hastalar geliyordu. Bu durum kentteki diğer hekimlerin hoşuna gitmese de, daha iyisini beceremediklerinden yapabilecekleri bir şey yoktu. Üstelik, zaman zaman çaresizliğe düştüklerinde onlar da bana başvuruyorlardı. Timon’un eski evi, kentteki Artemis kütüphanesine meydan okuyacak kadar geniş arşivi olan, yüzlerce ruloyu barındıran küçük bir tapınağa dönüşmüştü.

Önceleri merakla keşfetmeye çalıştığım Pontus kralının iksiri aklımı artık fazlaca meşgul etmiyordu. Çünkü biliyordum ki, üzerinde emek harcadığım her iş, ilgimi yoğunlaştırdığı her konu benim dünyamı yererince dolduruyordu. Ben, yaşarken tanrısal gücü ruhumda hissetmeyi öğrenmiştim. Aradığım kutsal sırların hepsi bu dünyada çevremdeydiler; onlara dokunmamı ve keşfedilmeyi bekliyorlardı. Hiçbir zaman aradığım gizemli mutluğu bulamamıştım, ama çalışırken duyduğu haz mutluluğun ötesindeydi. Zaten anamın rahminden keçi bacaklı Pan gibi dans ederek çıkmamıştım ki!

Yıllar sonra Mısır kraliçesini kenti ziyaretinde şatafatlı arabasıyla Efes caddelerinde gördüğümde, yine gençliğinde olduğu gibi içimi engelleyemediğim bir heyecan kaplamıştım. Fakat bu kez Kraliçenin gizemli gözlerindeki sırrı çözmüştüm: Kraliçenin gözbebeklerinde aradığım kraliçe değil, bendim.