pergamon2

Pergamon; Geleceğini Yitiren Kent

Efes limanından gündoğumu ile demir alan gemi, öğleden sonra Zeytin Körfezi’nin durgun sularında Elaia limanına yaklaşırken, bir an önce Pegamon’a varabilmek için sabırsızlanıyordum. Karaya ayak basar basmaz limanın yakınındaki büyük pazar yerine gittim. Pergamon’a en kısa zamanda ulaşabilmek için bir ata ihtiyacım vardı. Bir süre dolaştıktan sonra, oldukça güçlü görünümlü, yumuşak ve parlak tüyleri olan beyaz bir at satın aldım. Sonra at için kenarları gümüş kakmalı çok güzel bir eyer buldum ve atın sırtına özenle yerleştirdim. Eyer ata öylesine yakışmıştı ki, onun tanrıça Athena’nın armağanı olduğunu aklından geçirdim. Elaialılar, Pergamon’a ulaşabilmem için Kaikos Irmağı boyunca gün boyu at koşturmam gerektiğini, yola çıkmak içinse vaktin çok geç olduğunu söylemişlerdi. Geceyi kentte geçirmesinin iyi olacağını anlatmaya çalışsalar da, söylenenlere kulak asmadım ve atımı hazırladıktan sonra vakit kaybetmeden dört nala koşturmaya başladım. Likya’dan ayrıldığımdan beri ilk kez bir at sırtındaydım.

Henüz gün batmamıştı; Elaia kenti çok uzaklarda kalmış, yol boyunca uzayıp giden zeytinlikler de, artık kaybolmuştu. Beyaz at rüzgarda savrulan yelesiyle, uçsuz bucaksız ovayı dört nala arşınlarken koşmuyor, adeta rüzgarlarla yarışıyordu. Çok süratli koşmasına karşın uysal ve sakindi. Dizginleri gevşetip, atının özgürce koşabilmesine izin veriyordum; onu kontrol edebilmem için dizginlerine hafifçe dokunmamın yeterli olduğunu çocukluğumda Ksanthos vadisinde öğrenmiştim. Ağırlığımı dizlerime ve ayaklarıma verdiğimde atla bütünleşmiştim. Kaikos’un yeşil suları Zeytin körfezine varmak için sabırsızlanırken, aksi yönde koşturan beyaz at, suların terk ettiği vadileri kovalıyor, düzlüklere ulaştığında, hızını daha da artırarak adeta uçuyordu.

Akşamın alacakaranlığında, beyaz at henüz hızını kesmemiş, karanlığı yararcasına yola devam ediyordu. Bir süre sonra gökyüzünde ay ışığı gecenin koşulsuz hakimiydi. Atın dizginlerini sıkarak ırmak kenarına yaklaştım; yaşlı bir çınar ağacının altına geldiğimde konaklamak için attan indim ve çimenlere uzandım. Irmağın üzerinde ayın parçalanan ışıklarını izlerken bunun Tanrıça Artemis’in Irmak tanrıyla bir oyunu olduğunu düşünüyordum. Ksanthos vadisindeki çocukluk günlerini anımsamaya çalışırken uykuya yenik düştüm.

Bellerofon’u gördüm. Bahtsız Medusa’nın doğurduğu Pegasus’un sırtında denizlerin üzerinde koşturuyor, gökyüzünde yükseklere hep yükseklere uçuyordu. Likyalı kahraman yüreğindeki kardeş acısından ancak tanrıların katına çıktığında kurtulabilirdi. Fakat tanrıların böylesine küstahlığa izin vermelerine olanak yoktu. Zeus çatık kaşlarıyla yükseklerde karşıladı onu. Hiç konuşmadı. Elinin hışımlı bir darbesiyle Bellerofon’u de uçan atını da yeryüzüne geri fırlattı. Bellerofon hızla yeryüzüne dönüyordu. Ne var ki, gökyüzüne ulaşamadığı gibi, bir türlü yeryüzüne de ulaşamıyordu. Yeryüzüne bir ulaşsa, yere çakılacak ve acıları sona erecekti…

Gündoğumu ile uyandığımda beyaz at bir önceki günkü uysallığının aksine hem kişniyor, hem de toynaklarıyla yerleri eşeliyordu. Anlaşılan bir an önce Pergamon’a varmak için o benden daha sabırsızdı. Sabahın erken saatlerinde, yarım kalan yolculuğumuza dört nala devam ettik. Güneş henüz bir mızrak boyu yükselmeden, oldukça yüksek bir tepeden yamaçlara uzanan ünlü Pergamon kenti göründü. Göz alıcı büyük tapınaklar ve saraylar kentin yüksek tepesinden aşağıya doğru sıralanıyordu. Kenti daha iyi görebilmek için atımı yavaşlattım. Tepenin eteklerindeki büyükçe bir pazar yerinde henüz kimsecikler yoktu. Birkaç esnaf dükkanlarının önüne oturmuş, güneşlenirken, göz ucuyla bizi izliyorlardı. Pazar yerini geride bırakıp, Pergamon kralı Attalos’un konaklarından birinin de bulunduğu Aşağı Kent ve Demeter kutsal alanını geçtikten sonra, kentin merkezine uzanan ana yoldan yukarıya doğru yola devam ettik. Yukarı kente kadar devam eden bu yolun çevresinde  birçok yerleşim alanı vardı. Kent sokaklarında yeni beliren birkaç Pergamonlu ağır adımlarla aşağı agoraya iniyordu.

Beyaz at sakin adımlarla yokuşu tırmanırken, arkama dönüp baktığında epeyce bir yol kat ettiğimizin ve oldukça yükseklere çıktığımızın farkına vardım. Yokuşun sonunda, düz ve geniş bir alana geldik. Merdivenlerin üzerinde yükselen Zeus Sunağı bütün görkemiyle bu düz yamaçta yeni ziyaretçilerini ve kurbanlarını bekliyordu. Tanrıların Gigantlarla savaşını anlatan kabartmalar sunağın duvarlarını süslüyordu. Pergamonlular, Galatlarla yaptıkları savaşa, tanrıların savaşına benzettiklerinden kentin Galatlardan kurtarılışını bu şekilde simgelemişler; amansız savaşçılar arasında Zeus’u, Apollon’u, Athena’yı, Likya’nın Ana tanrısı Leto’yu ve onun kızı Artemis’i gördüm. Herakles’te tanrılarla birlikteydi; tanrılar Gigantları ancak bu ölümlünün yardımı ile yenebileceklerdi.

Beyaz at, Büyük Zeus Sunağı’nın biraz ilerisinde, dik merdivenlerin üstünde yükselen Dionysos tapınağının önünde durdu; sanki bu kente daha önceden defalarca gelmiş, şimdi de yeni sahibine kenti gezdiriyordu. Kendimi tamamen atın kontrolüne bırakmıştım. Yukarılara çıktıkça, benzeri olmayan bu ilginç kentin birbirinden farklı güzellikteki görkemli yapılarından etkileniyor, tepede bizi bekleyen kutsal tapınağa yaklaştığımızı hissettikçe ürpertiyordum. Nihayet Pergamon’un en göz alıcı yapılarının bulunduğu tepeye ulaştık. Athena tapınağının önünde atımdan indim.

Tapınağın kutsal alanının girişinde yaşlı bir rahiple karşılaşmıştım. Rahip, Timon’un arkadaşı olduğunu söyleyince beni içeri almakta hiç tereddüt etmedi. Tapınağının da içinde bulunduğu geniş bir avluda yürüyerek Timon’la ilgili koyu bir sohbete dalmıştık. Ona, Timon’unPergamon’dan ayrılışı sonrası başına gelenleri, onunla nasıl karşılaştığımı ve İskenderiye’de birlikte geçirdiğimiz günleri fazla ayrıntıya girmeden anlattım.

Tapınağın bahçesinde yuvarlak bir kaidenin üzerindeki Athena heykelinin önüne kadar yürüdük. Rahip, merak ettiğim kutsal alanı bana gezdirebileceğini söyledi. İki katlı galerinin sütunları arasında yürürken konuşmaya devam ettik. Pergamon’un en bahtsız ve uğursuz günlerini geçirmekte olduğunu söylerken çok üzgündü; birkaç gün önce Romalı askerler kente gelmiş ve kentin ünlü kütüphanesindeki yüzlerce eseri arabalara yükleyerek, Atarneus limanında bekleyen gemilere taşımışlardı. Şimdi bu gemiler İskenderiye’ye doğru yol alıyorlardı.

Rahibin anlattıkları beni hayal kırıklığına uğramıştı. Pontus kralının eserlerinin yazılı olduğu rulolar, belki de, şu an da İskenderiye’ye giden binlerce rulo arasında bulunabilirdi, ne var ki, onlara ulaşmam artık olanaksızdı. Rahibin anlattıklarından çoktan kopmuş; bunca yolu boşu boşuna geldiğimi, aradığım hiçbir şeyi bulamayacağını düşünürken başıma ağrılar giriyordu. Propylon’un önüne geldiğimizde, Zeus’un kartalının yanında duran Athena’nın baykuşunun alaysı bakışları ile karşılaştım. Koridorun köşesine geldiğimizde büyük bir salona açılan kapıdan girdik. Tam karşımızda yüksekçe bir kaidenin üzerinde başka bir Athena heykeli vardı. Bu salonda ve bu salona bağlanan, birbiri ardı sıra uzanan diğer salonlarda tavana kadar incelikli ahşap işçiliği ile yapılmış dolaplar ve kütüphaneler bulunuyordu. İskenderiyeli kütüphane görevlilerini kıskandıracak kadar çok esere sahip olduğuna inanılan kütüphanede, bütün raflar ve dolaplar bomboştu. Oysa dünyanın doğusundaki en uzak ülkelerinden birinden krala ait eserleri bulmak için gelmişti; ancak kaderin kötü cilvesi, aradıklarım ben Pergamon’a gelirken, çoktan gemilere yüklenip, İskenderiye’ye yola çıkmıştı. Romalılar ne olduğuna bakmaksızın buldukları her şeyi alıp götürmüşlerdi.  Kentin en değerli varlıkları gemilerle İskenderiye’ye taşınıyordu. Gün boyunca Romalıların Pergamon’da bıraktığı eserlerin bir kısmını ümitsizce inceledim; aradığım eserlerle ilgili hiçbir kaynağa ulaşamadım; bir tek ipucu bile elde edememiştim.

Birlikte yemek yedik; yemekte rahip bana Pergamonşarabı ikram etti. Timon’un ölümüne üzüldüğünü söylerken oldukça samimi idi.  Onun, Pontus kralının en güvendiği kişilerden biri olduğundan bahsederken, her şeye karşın, Romalı yöneticilerin de Timon’un sağlam kişiliğinden ve engin bilgeliğinden etkilenerek, birlikte çalışmaktan zevk aldıklarını sözlerine eklemeyi ihmal etmedi. Pergamonlu bir çok bilge kişi ve sanatkar savaşlar esnasında Pergamon’u terk ederek Afrodisyas’a yerleştiği halde, Timon’un kentte kalıp görevine devam ettiğinden övgüyle bahsetti.

Rahip, Timon’la ilgili bana bir çok soru soruyor ancak istediği yanıtları alamadığından yüzünü buruşturarak söylediklerimi dinliyordu. Timon’unİskenderiye’ye gitmeden önce kendine ait olduğunu söylediği bir çok rulo eseri beraberinde Efes’e götürdüğünü söyledikten sonra, bu rulolardan bazılarının Roma’ya Büyük Pompeius’a gönderilmesi gereken Pontus kralının eserleri olduğu konusunda kentte bazı dedikodular dolaştığından bahsetti. Bu konularla ilgili konuşurken, soru sorar gibi gözlerimin içine bakıyordu. Hem rahibin sorularından bir an önce kendimi kurtarmak, hem de hiçbir şey elde edemediğim bu kenti bir an önce terk etmek için atımın biraz arpa ve suya ihtiyacı olduğunu söyledim. Atıma yem verirken rahibin son sözleri hala kulaklarımda çınlıyordu. Demek ki, Timon Romalı komutana gönderilmesi gereken bazı ruloları saklamıştı. Belki de, aradıklarım ne Pergamon’da, ne Roma’da, ne de İskenderiye’ye giden gemilerde idi. Yeniden içime küçük de olsa bir umut sızdı.

Rahibe yardımları için teşekkür ederek tapınaktan ayrıldım. Atım ağır adımlarla çıktığı Pergamon yokuşlarını, dörtnala tozu dumana katarak iniyordu. Efes’e dönüp, Pontus kralının reçetesini ve tapınaktaki o mutsuz prensesi aklımdan geçiriyordum. Prensesi bulmalısın diyordu yanı başımdaki rüzgarın içinde uğuldayan ses, durma koş. İksiri içip, sonsuza kadar mutlu yaşayabilirdim. Beyaz at ırmak boyunca Zeytin körfezine doğru doludizgin koştururken, bu kez Kaikos’un yorulmaz suları ile yarışıyordu.