Patara Sahillerinde
Romalı komutanlar kanlı ve buruk zaferlerini kentte kutlarken, çok uzaklarında, kızılçam ormanlarında kendime geldiğimde gece yarısıydı. Kentin ışıklarını seyrederken bitkindim. Surların ardından yükselen duman ay ışığında hala tütüyordu. Çok sevdiğim kentimi son kez gördüğümü düşünürken yanılmıyordum. Her şey bir anda yok olmuştu. Bir an, kente dönüp Ariana’yı bulmayı düşündüm, sonra vazgeçtim. Vicdanınım sızlamıyor, kanıyordu; bütün kent onurlu iradesiyle başka tanrıların savaşçılarına teslim olmaktansa onurlu bir ölümü tercih etmişti. Oysa ben hala yaşıyordum. Gökyüzüne baktım, yıldızlar yoktu. Toprağın üzerinde yüzüstü yatarken tekrar kendimi kaybettim, gecenin kapkaranlık rahminde boğuldum.
Yüksek bir yamaçta uçmaya hazırlanan bir kuş gibi gökyüzüne bakıyordu. Bembeyaz, ışıl ışıl parlayan kanatları vardı. Kanatlarını çırparak yükselmeye başladı. Kanatlarını olabildiğince hızlı çırparak beyaz bulutları yardı ve daha yükseklere erişti. Bir süre sonra durdu, kanatlarını katlayarak kendi halinde aşağıya doğru kaydı. Bambaşka bir dünyaya ulaşmıştı. Kuşyeryüzüne tamamen hakim olduğunu düşündü. Burası tanrıların ülkesi olmalıydı. Onlar yeryüzündeki ölümlüleri ancak böylesine kutsal bir yerden denetleyebilirlerdi. Tanrısal sırrı kavradığını hissetti. Daha da çok kanat çırparak onlara ulaşacağını düşündü. Oysa, sonsuz yüksekliklerde tek başınaydı. Bulutların çok çok üzerindeydi, geriye dönüp baktığında bulutların arkasındaki denizi gördü. Gökyüzü ve denizin birleştiği uzak ufku seyre koyuldu. Sonsuzluk ve ölümsüzlüğün mekanı orası olsa gerekti. Kanatlarını çırparak o uzak çizgiye yaklaşmayı denedi. Yaklaştıkça tanrıları ve onlarla birlikte kadeh kaldıran Likyalıları gördü. Hepsi de mutluydu ve gözleriyle kuşu takip ediyorlardı. İçini vazgeçilemez bir hırs kaplamıştı; kanatlarını ve hızını kontrol edemiyordu. Hızla denize doğru pike çekti ve mavinin tonları arasında kayboldu.
Güneşin yakıcı ışıkları ile uyandım. Vadide bütün kuşlar suskundu; yaşlı çınarlar ve kır çiçekleri rüzgarın uğultusuna yapraklarıyla ıslık çalarak karşı koyuyorlardı. Kalktım; ırmak kenarına kadar yürüdükçe ağırlaşan gövdemi taşıdım. Yürürken gece boyunca terden sırılsıklam olmuş kanlı gömleğimi çıkarıp yere attım. Irmağın taze sularında yüzümdeki kurumuş kan lekelerini yıkadım; yüzerek karşı kıyıya geçtim. Ormanın içindeki patika yoldan güneye doğru ilerledim. Yürüdükçe heyecanım artıyor, gitmek istediğim yere bir an önce varmak için sabırsızlanıyordum; koşmaya başladı. Moles ile koşu yarışlarımız aklıma geldi, daha da hızlı koşmaya başladım. Küçük köylerden geçerken, köylüler çevresine aldırmadan koşan bu yarı çıplak adamı uzaktan seyrettiler. Nihayet gelmek istediğim yere varmıştım; Kutsal Leto’nun tapınağı önünde durdum, toprağa çöktüm, hıçkırıklarla ağlamaya başladım;
“Leto! Kutsal anamız senin ülkeni yine koruyamadık. Ksanthos halkı kanının son damlasına kadar savaştı ama başaramadı. Likya artık özgür değil! Tanrı Apollon, bu günü Romalılar için aydınlattı. Romalı sarhoş askerler Ksanthos’u hala yağmalamaya devam ediyorlar. Zavallı bir kaç kentli ve bir ben kaldım. Bu utançla yaşayamam; kutsal anamız beni de yanına al.” diye tanrıçaya yakardım
Tapınağın önünde beni izleyen rahip yanıma yaklaştı; beni kollarımdan tutarak yerden kaldırdı; bana su ve ekmek vermek istedi. Üç gündür açtım, yine de, suyu ve ekmeği reddettim. Rahibin ellerinden kurtuldum; yeniden güneye doğru koşmaya devam ettim.
Bir süre sonra sonra, Patara kenti uzaktan göründü. Kıyıya ulaştığında oldukça bitkindim kendimi kumların üzerine bıraktım. Gözüme kumların üstünde çırpınan kocaman bir deniz kaplumbağası erişti. Yüzyıllar boyunca atalarının yollarını takip ederek geldiği bu sahillerde, yumurta bırakma zamanı çoktan gelmişti. Arka yüzgeçlerinden birindeki sakatlık ona çok acı veriyor, sahilde hareket etmesini zorlaştırıyordu. Belki de, birkaç gün önce, Akdeniz’nin uzak derinliklerinde amansız bir saldırıdan sağ kurtulmayı başarmıştı. Bütün gece sahilde acı içinde kazdığı onca çukurdan belliydi. hiçbirini beğenmemiş yenisini kazıyordu. Bir kürek gibi kullandığı arka yüzgecindeki sakatlık, onun istediği gibi bir çukur kazmasını engelliyordu. Sahilde ondan başka hiçbir kaplumbağa kalmamıştı, oysa yaralı kaplumbağa iyi bir çukur kazabilmek için hala inadına çalışıyordu. Güneş yükselirken geç de olsa nihayet istediği çukuru açabilmişti. Sakince göğsünü toprağa dayayarak ilk yumurtayı çukura bıraktı. Koca çukuru gözyaşları içinde onlarca yumurta ile doldurduktan sonra yine arka yüzgeçlerini kullanarak, çukuru zorda olsa kumlarla kapatmayı başardı. Diğer arkadaşlarına çok daha uzun bir süre kumsalda kalmıştı, ama başarmıştı. Sakince denize doğru ilerledi. Sabahın erken saatlerinde güneş tanrı Apollon’un ışıkları Akdeniz’in üzerinden ışıldarken o, çoktan mavi derinliklerde kaybolmuştu. Bu belki de, uysal ve savunmasız kaplumbağanın Patara sahillerine son çıkışıydı; Akdeniz’in derin sularında arkadaşları ile uğrayacağı bir katliamdan ikinci kez kurtulamayabilirdi.
Doğruldum; denize tepeden bakan yüksek kayalıklara tırmanmaya başladım. Dönüp sahile baktığımda kaplumbağanın henüz denize ulaşamadığını gördüm. Umuda ilerliyordu; bense umutsuzluğa.
Tepeye eriştiğimde uzun bir süre limanda demirleyen gemileri ve sağtarafdaki uçsuz bucaksız kumsalı seyrettim. Birkaç gün önce Moles bu limandan babasıyla bir ticaret gemisine binip uzak ülkelere gitmişti.
Sonra, kumsalda yaralı deniz kaplumbağasının ağlayarak bıraktığı yumurtaları düşündüm. Bir kaç ay sonra yumurtalardan çıkan yavrular, içgüdüsel bir yaşam isteği ile kabuklarını kırıp, annelerinin açtığı çukurlara gire çıka denizden yansıyan ışığa koşuşturacaklardı. Yaralı anneleri, eğer denizde herhangi bir saldırıya uğrayıp hayatta kalabilmeyi başarabilirse, yine bu sahillere gelip yumurtalarını bırakacaktı. Ama o hiç gelemezse de, denize ulaşmayı başaran küçük kaplumbağalar yine bu sahillere gelmeye ve yaşamlarını dirençle sürdürmeye devam edeceklerdi. Onlar için ağladım…
Akdeniz’in ışıldayan suları efsanedeki İkarus’un türküsünü kıyıya taşıyorlardı. Tanrı Apollon’a inat güneşe uçan İkarus’un. Denizin dalgalarla uzaklardan getirdiği ezgileri kayalıklara vuruyor ve boylu boyunca uzayıp giden Patara sahilleri bu türküyü dinliyordu; sonsuzluğun türküsünü. “Bir ateş bıraktık,” dedim: “Hiç sönmeyen ve sönmeyecek olan.”
Bakışlarımı deniz ve gökyüzünün birleştiği sonsuzluk çizgisinde yoğunlaştırdım. Kollarımı açtım; derin bir nefes aldım. Bir tüy gibi hafif hissediyordum kendimi. Ayak parmaklarımın üzerindeki hafiflemiş bedenimi, ufkun öte yanında söylenen sonsuzluk türküsünü daha iyi duyabilmek için ışıldayan sulara bıraktım.