atina-okulu1Filozoflar Ve Yaşamın Anlamı 

İskenderiye’deki günlerim hiç beklemediğim kadar yoğun geçiyordu. Timon, birkaç hafta içinde kütüphanedeki mevcut eserlerle ilgili detaylı araştırmalar yapmış, temposunu gün geçtikçe daha da artırmıştı. Kütüphanenin diğer bölümlerine sık sık papirüs ruloları taşıyor, oradan verilen kopyaları da Timon’a getiriyordum. En sevdiğim yerlerden biri hattat odalarıydı. Bazen bütün günümü hattatları izlemekle geçiriyor, bu arada İskenderiye’ye yeni getirilen eserlerin orijinallerini de ilk elden okuma fırsatı buluyordum. Yoğun iş ortamına rağmen, iki ay gibi kısa sürede birçok eseri okuyabilmiştim.

Timon ise, kütüphane yönetimi, filozoflar ve kraliyet ailesi ile kısa zamanda yakın ilişkiler kurmuştu. Kütüphane yöneticileri onunla  bir araya geldikleri her fırsatta, Pergamon kütüphanesinin arşiv sistemi ve  eserlerle ilgili bilgiler alıyorlardı.

Bazen öğrencilerle Moseion’un bahçesinde derin sohbetlere dalıyor, onlardan duyduklarımı daha detaylı öğrenmek için kütüphane deposundaki rafların önünde geç vakitlere kadar ruloları çeviriyordum. Homeros’un İlliad ve Odysseia’sını, Herodotos’un tarih üzerine yazdıklarını, İyonyalı ve Atinalı filozoflarının eserlerini elimden düşürmüyordum. Okuma tutkum yapmam gereken işlerimi aksatıyordu. Bu durum Timon’u kaygılandırsa da, bilgiye olan merakım onu da hoşnut ediyordu.  Hiç ummadığım kadar kısa bir sürede Helence’nin yanı sıra, Latince’yi de öğrenmiş olmam ve Latince eserleri asıllarından okumaya başlamam onu çok şaşırtmıştı.

Korsan gemisinde Timon’la sohbetlerimden tanıdığım, Efesli filozof Herakleios ile ikinci kez karşılaşmam, depolardaki tozlu raflarda olmuştu. Diğer  filozoflara benzemeyen bu aykırı adam beni çok etkilemişti. O yıllarda, Likya’da olduğu gibi İyonya’daki umutsuz ayaklanmalar sonuç vermemiş, halk perişan olmuştu. Herakletios bu direniş sonrası kentten ayrılmış, Artemis tapınağına kapanıp yalnız yaşamayı seçmişti. İyonya halklarının Persler karşısında düştüğü perişan durum onu oldukça sarsmış, içine kapanık bir insan yapmıştı. Pers istilası sonrası, halk hiç kimseyle konuşmayan filozofu  zaman zaman Artemis tapınağının merdivenlerinde ağlarken bulurdu. Bu yüzden kentte ağlayan filozof olarak anılmaya başlamıştı. Pers imparatorunun bütün iltifatlarına ve doğudaki sarayına davetine karşı kayıtsız kalmış, ülkesinde şaşaasız ve sade bir yaşamı tercih etmişti. Bu dünyada hiçbir şeyin olduğu gibi kalmadığına inanıyordu. Her şeyin zamanla değiştiğini ve durağan kalmadığını anlatırken  “Aynı ırmağa hem gireriz, hem de girmeyiz,” diyordu. Karşıtların birliğini ise; “Ölümsüzler ölümlü, ölümlüler ölümsüzdür; birbirlerinin ölümünü yaşarlar, yaşamalarını öldürürler,” sözleriyle anlatıyordu. Okuduklarımdan öğrendiğim kadarıyla, filozofa göre doğa karşıtlarını bir araya getirmeye çalışıyordu. Uyum ancak aynı olanlarla değil, karşıt olanlarla sağlanabilirdi. Örnek olarak, karşıt doğaya sahip erkek ile dişinin birleşmesinden, başka bir varlığın oluşmasını gösteriyordu.

Herakletios toplumların yaşamı için, “Savaştır, her şeyin atası, her şeyin kralı; kimini tanrı yapar, kimini insan, kimini köle yapar kimini özgür.” derken, yeryüzünde olup biten her şey mücadeleler ve zorunluluklar vasıtasıyla gerçekleşeceğini anlatıyordu. Bir an Likya’nın ışık tanrısı Appollon’u ve bereket ve bolluğun öncüsü esrik tanrı Dionysos’u düşündüm. Birbirine zıt bu iki tanrı sanıldığının tersine eşsiz bir uyum içindeydiler.

Bir gece, Herakleios’la ilgili rulolardan başımı kaldırıp gökyüzüne baktım. Aniden bir yıldız kaydı. Yeryüzünün yıldızların, insanların, hayvanların ve bitkilerin değiştiğini düşündüm. Eğer her şey değişiyor, sabit duran hiçbir şey yoktu. Zaman diye bir kavram da olamazdı; çünkü zaman maddelerin sabit durmasını referans alan bir kavramdı. Her şey değişiyorsa, zamanında başlangıcı ve sonu olamazdı. Yaşamı sürekli devam eden bir yolculuğa benzettim. Bu yolculuktaki limanlar, bir önceki yolculuğun sonu değil, yeni yolculukların başlangıcıydı. Likya’da başlayan ve bir korsan gemisinde devam eden yolculuğum, şimdi İskenderiye limanında farklı bir rotaya girmişti.

Herakletios ve ondan bahseden filozofları okudukça dünyayı daha farklı görüyor, tanrıların yasalarını kavramaya çalışıyordum. Efesli filozoftan öğrendiklerim ile yaşamımı tekrar gözden geçiriyor, dünyanın benim algıladığından daha farklı ve devingen bir mekan olduğunun farkına varıyordum. Bu konulardan Timon’a bahsettiğimde, yaşlı dostum yorgun gözlerini papirüs rulolarından kaldırıp  bana, Empedokles ve Demokritos’un eserlerini de okumam gerektiğini söylemişti. Ona göre, Empedokles, Herakletios’un görüşlerini geliştirmiş, ayakları daha sağlam bir zemine basan görüşler oluşturmuştu. Empedokles’e göre doğada dört temel madde vardı. Bunlar toprak, hava, ateş ve suydu. Doğadaki tüm değişimler bu dört temel maddenin karışımıydı. O, Herakletios’un söylediği gibi her şeyin değiştiğine değil, bu dört temel maddenin birleşimi ve ayrışımı ile oluştuğunu düşünüyordu; bir hayvan öldüğünde dört temel maddeye ayrışıyordu. Bu temel maddeleri ise tanrılar temsil ediyordu. Empedoklesşöyle diyordu; “Önce bütün şeylerin sayısı dört olan kökenini dinle: Parıldayan Zeus, hayat veren Hera ve Hades ve de ölümlü kaynakları gözyaşı ile besleyen Nestis.”

Demokritos ile ilgili eserlere ulaştığımda, beklediğimden çok daha farklı bir filozofla karşılaşmıştım. O, babasından kalan mirası ve bütün varlığını birleştirerek, büyük bir geziye çıkmıştı. Mısır’ı, Mezopotamya’yı, İran’ı ve Hindistan’ı gezmiş, gittiği ülkelerde o ülkelerin bilginlerinden tıp, fizik, coğrafya, astronomi ve teoloji alanlarında pek çok bilgi edinmişti. O da, Herakletios gibi yalnız bir adamdı. Ne var ki, Efesli filozofun aksine, o ağlamıyor, gülüyordu. Yakınları onu devrin ünlü hekimi Hippokrat’a götürüp iyileştirmesini söylemişlerdi. Hippokrat, onun gülerek içindeki öfkeyi azalttığını söylemişti. Bunun bir tür savunma yöntemi olduğuna inanıyordu. Üstelik bu tedavi süresi boyunca filozof ve hekim arasındaki ilişki, kimin hasta, kimin hekim olduğu belli olmayan garip bir dostluğa dönüşmüştü. Daha sonra uzun süren yaşamı boyunca Demokritos hep yoksulluk çekmiş, ama yüzündeki gülümse ölünceye kadar kaybolmamıştı.

Demokritos, doğada hiçbir şeyin değişmediğini, bazı şeyler değişim evreleri geçirse bile, bütün maddelerin değişmeyen çok küçücük, gözle görünmeyen yapı taşlarından oluştuğuna inanıyordu. Bu küçük parçalara da atom diyordu. Bunların bölünemeyeceğini ve parçalanamayacağını söylüyordu. Ona göre, atom değişmiyor ve maddelerin mutlak özünü oluşturuyordu. Hiçbir şey yoktan var edilemezdi. O, varlıkların ölüp, başka varlıklara ve canlılara dönüşebildiklerine ancak en küçük parçaları olan atomlarının değişmeden kaldığına inanıyordu. Maddeyi oluşturan bu küçücük parçalar değişmez ve bölünemezdi. Demokritos’a göre ruh ise, bir tür ateş ve sıcaklıktı. Ateşin küre biçimli atomlardan oluştuğuna inanıyor ve mutlak bir maddeden oluştuğunu düşünüyordu.

Filozoflar arasında en çok Herakliteos ve Demokritos’tan etkilenmiştim. Yaşamı kavramaya dair bu zamana kadar edindiğim bütün bilgiler alt üst olmuştu. Artık yeryüzünün yazgısının tanrılar tarafından belirlendiğini ve mutlak olan her şeyin sadece tanrılar dünyasında varolabileceğinden emindim. Oysa değişim sürecini etkileyen tanrısal yaşamda kalıcı olan hiçbir şey yoktu. Demokrites’in ileri sürdüğü gibi bütün varlıklar mutlak atomlardan oluşuyor ise, tanrılarda atomlardan oluşan varlıklardı. Tanrısallık kavramının yeryüzü ile ilgili olması, beni ölümlülerin de tanrısal olabileceği düşüncesine yönlendirdi. Yüzlerce yıl boyunca tanrısal sırra erişebilmek için kralların ve bilginlerin çabalarını düşündüm. Acaba Makedonya kralı, Dünya İmparatoru Büyük İskender, Pontus Kralı Mitridat ve Mısır’ın görkemli kralları bu sırra erişebilmiş miydi? Filozofların yalnızlığı belki de bunun içindi. Onlar ölümlülere bahşedilen yaşama başkaldırmışlar, tanrıların onlara verdikleri ile yetinmemişler, ölüme başkaldırıp, tanrı olmak istemişlerdi.

Bir Önceki Yazı