Miletos; Athena Tapınağı
Bir zamanlar, kuytu koylarında korsan gemilerinin saklandığı Lade Adası uzaklardan göründüğünde, beyaz gemideki denizciler yelkenleri indirmekle meşguldüler. Adanın tam karşı kıyısındaki Miletos kenti, yaklaştıkça siluetini zenginleştiriyordu. Kentin denizden dikkat çeken yapılarından biri olan Athena tapınağı öğlen sonrası güneşinin altında pırıl pırıldı. Ünlü Miletoslu mimar Hippodamos’un eseri olan kent, gemideki diğer yolcularla birlikte beni de etkilemişti. Denizcilere göre, bu kenti mutlaka tanrılar koruyordu. Perslerin yaptığı onca katliam sonrası, Makedonyalı Büyük İskender de kenti yakıp yıkmıştı. Fakat her saldırı sonrası, her nasılsa, sanki sihirli bir el bu kenti yeniden onarmış; özene bezene süslemişti. Bu caddeler, sokaklar, tapınaklar ve saraylar ancak sınırları olmayan sonsuz bir dehanın ürünü olabilirdi; bu deha sihirli değneği ile kentin her köşesine dokunmuştu.
Kente biraz daha yaklaştığımızda, Lade adasından gelen uğultularla irkildim. Adanın arka kıyılarına gizlenmiş bir korsan gemisinin saldırısına uğrayacağımız korkusuyla kulaklarımı kabarttım. Oysa bu sesler, kıyıdaki büyük tiyatrodan yükseliyor, ıssız adadan yankılanıyordu. Limanın girişinde, tıpkı Knidos’ta olduğu gibi, geçidin her iki yanında yer alan gösterişli aslan heykelleri onları karşıladı. Limana demir atıldığında, surların ardından tam olarak göremediğim bu efsaneler kentinin caddelerine kendimi bir an önce atmak için sabırsızlanıyordum.
Bütün büyük kentlerde olduğu gibi, limanın yakınında büyük bir agora vardı, ama ortalıkta henüz kimsecikler görünmüyordu. Anlaşılan Miletoslular yediden yetmişe tiyatrodaydı. Kent bir düşman donanması tarafından aniden kuşatılıp, bütün sokaklar işgal edilse, kimsenin ruhu duymayacaktı. Geniş caddeden yürüyerek Asklepion tapınağının önüne kadar geldim. Karşımda öncekinden daha da büyük bir agora vardı. Agoranın önünden yürüyerek kentin temiz ve ıssız sokaklarına daldım. Amaçsızca gezinirken, bir süre sonra birbirine benzeyen binaların ve sokakların arasında kaybolmuştum. Bir çeşme başına vardığımda durdum ve kana kana su içtim. Çok yorulmuştum, oturdum, suyun sesini dinleyerek bir süre dinlendim.
Akşamüzeri tiyatrodan gelen uğultular, şimdi kentin içine taşıyor, kalabalık caddelerden sokaklara dağılıyordu. Öğlen sonrasının sakinliği, yerini akşam telaşının gürültüsüne bırakmıştı. Agoradaki genç köleler malları depolara taşırken, tüccarlar, denizciler ve esnaflar kendi aralarında şakalaşıyordu.
Başımı kaldırdığımda gemi sahile yaklaşırken gördüğüm Athena tapınağının tam karşımda olduğunu fark ettim. Kentin koruyucusu, aklın sembolü tanrıça, gün kararırken sükunet ve sabırla geceyi bekliyordu.
O gece ay ışığında, rüzgarın bahçesindeki rengarenk çiçeklerin kokularını dört bir yana savurduğu küçük bir Miletos evinde, düşlerimdeki kente gideceğim ertesi günü hayalimde canlandırırken uykuya daldım.
Gece karanlığında kentin sokaklarında amaçsızca gezinirken kaybolmuştum. Limana hiçbir zaman ulaşamayacağımı aklıma getirdikçe tedirginliğim artıyordu. Umutsuzca birbirine benzeyen sokaklarda sık adımlarla yürüyordum. Birden tam karşımda, bir tapınağının ay ışığında parlayan sütunlarını gördüm. Tapınağın kapısı aralıktı; içeriden loş bir ışık süzülüyordu. Birilerini bulabileceğimi umut ederek ürkek adımlarla merdivenlerden çıktım. Tapınağın içi kandillerle aydınlatılmıştı. İçerde tapınağın dışarıdan göründüğünden daha büyük ve görkemli olduğunun farkına vardım. Athena, tam karşımda kandillerin ışığında dalga dalga parlıyordu. Burada, tanrıça ve benden başka kimsecikler yoktu. Başımı kaldırdım; gözlerimi tapınağın tavanında gezdirdim. Tavanın tam ortasındaki bir delikten ay ışığının içeri süzüldüğünü gördüm. Tekrar dikkatle deliğe ikinci kez baktığımda iri bir kuşun geceyi delen sapsarı gözleriyle karşılaştım. Yuvarlak büyük başı, ve bedenindeki uzun şerit biçimli lekeler ile kocaman bir baykuş beni gözetliyordu. Birden ürpererek titredim. Yuvarlak deliğin kenarındaki kurumuş otlardan ve çalılardan buranın bir kuş yuvası olduğunu anladım. Baykuş gözlerini benden ayırmıyordu.
Tapınağın tavanında gözle görülebilecek kadar iri bir örümcek belirdi. Tavanda düz hatlar örerken, ağlarıyla bir köprü kuruyordu. Bu köprünün tam orta yerine yıldıza benzeyen bir şekil oluşturdu. Sonra tapınağın kenarlarına kadar uzanan yüzlerce gergi yaptı. Bir tekerleğinki gibi merkezden yayılan gergileri, bir balıkçı ağı kadar sağlam görünüyordu. Daha sonra bu gergilerin üzerine gitgide büyüyen rengarenk dairesel yeni ağlar ördü. Sarı, kırmızı, mavi, yeşil, lacivert rengarenk iplerden şahane bir kumaş dokuyordu. Ek yerlerini birleştirirken narin işçiliği mükemmeldi. Örümceğin oluşturduğu desenlerle süslenen iç mekan tapınak mimarisiyle tam bir uyum içindeydi. Bıraksalar bir ömür boyu bıkmadan, sabırla bu işi yapmayı sürdürecekti. Ağların üzerinde çok hızlı hareket ediyor, göz açıp kapayana dek tapınağın bir ucundan diğerine ulaşıyordu. Örümcek ağları sanki yoktan varoluyordu. Dokuduğu eser muhteşemdi. Her noktası öylesine büyük bir dehanın ürünüydü ki, çok usta dokumacıların bile onun bir anda verdiği kararlarla, dokuduğu böylesine muhteşem bir eserin üzerinde aylarca uğraşması gerekirdi. Bütün sabrına karşın, yüzünde korku dolu ve endişeli bir ifade vardı. Örümceğin bu korkuyu sadece ağları örerek yenebildiğini aklımdan geçirdim.
Gözlerimi örümcekten ayırıp, tekrar baykuşu aradığımda, bu kez baykuşun gözlerindeki endişeli ve kızgın ifadeyle karşılaştım. Hassas kulaklarıyla sessiz çalışan örümceğin yerini tespit etmeye çalışıyor, loş ışıkta keskin gözlerini ağların arasında bir görünüp bir kaybolan örümceğe odaklamaya çalışıyordu. Yavaşça hareketlendi, kanatlarını gerdi, karanlık gökyüzüne doğru çırpınarak uçmaya başladı; görünmez olmuştu. Birden kanatlarını toplayıp tapınağın tepesindeki delikten bir ok gibi süzülerek, çığlık çığlığa geceyi yırtarcasına içeriye daldı. Gecenin sessizliği kuşun çığlıklarını daha da büyütüyordu. Alçaldı alçaldı, ağların üzerine kondu. Pençeleriyle tutunduğu ağları keskin gagasıyla parçalamaya başladı. Tekrar tekrar havalanıyor ve tekrar ağlara saldırıyordu. Baykuş kulakları tırmalayan bir iniltiyle, kocaman kanatları ve kurşuni gagası ile ağlarını parçalarken, örümcek tapınağın diğer köşesinde parçalanan ağları onarmaya çalışıyordu. Baykuş, loş ışıkta tespit ettiği avının üzerine bir ok gibi giderken örümcek her seferinde kaçmayı başarıyordu.
Bir süre sonra süzülerek alçaldı, ayaklarını aşağıya doğru uzatarak tanrıçanın omzuna kondu. Tam o anda baykuşla tekrar göz göze geldik. Tanıdıktı bu bakışlar. Kocaman gözleriyle hipnotize edercesine bana bakarken, örümcek tapınağın bir köşesinde parçalanan ağlarını onarmakla meşguldü.
Baykuşun delici bakışlarına dayanamıyordum. Yayımı gerdim; parmaklarımdan kurtulan okun baykuşun yüreğine saplandığı o an, babamın sapsarı gözlerinden kurtulan bir damla gözyaşının tanrıçanın göğsüne düştüğünü gördüm. Bir suçlu gibi başımı öne eğdim.