Korikos; Kilikya Bir Sahil Kenti
Zenon ve çatışmadan sağ olarak kurtulan birkaç korsan tutundukları tahta parçaları ile, donanma gemilerinden gelen ok sağanağı altında kıyıya doğru sürükleniyordu. Timon’la birlikte çarpışmadan hemen sonra Roma savaş gemilerinden birine çıkartılmıştık. Timon güvertede kan ter içinde soluyarak Romalı askerlerinin ardı kesilmeyen sorularına yanıt verirken heyecanını yenemiyor; kendinden beklenmeyen bir çeviklikle ellerini ve kollarını kullanarak, düzgün Latince’siyle Kilikya korsanlarının eline nasıl düştüğünü ayrıntılarıyla anlatmaya çalışıyordu. Romalı askerler arada sırada beni göstererek bir şeyler sorduklarında, bir eli ile omzumu kavrayarak, yüksek sesle onları ikna etmeye çalışıyor; sonra askerlerin gözlerine bakarak söylediklerini onaylamalarını bekliyordu. Kuşkulu gözleriyle beni inceleyen askerler ise, Timon’un beklediği onayı bir türlü vermiyorlardı.
Romalı askerlere bakarken Likya’daki dehşet dolu günlerimi gözlerimin önüne getiriyor, nefretimi gizleyemiyordum. Yaşamının en zor günlerinden birini yaşarken, içine düştüğü bu durumdan dolayı utanç ve suçluluk duygusundan kendimi kurtaramıyordum. Benim bu halim Romalılarda kuşku uyandırdığından, Timon daha da fazla gayret göstererek hiç susmadan sürekli onları ikna etmeye çalışıyordu. Askerler bir süre kendi aralarında tartıştıktan sonra, bir kez daha beni süzerek nihayet başları ile Timon’u onayladılar. Daha sonra bizi tutsaklardan ayırıp, güvertede oturabileceğimiz bir yer gösterdiler. Ele geçirdikleri diğer köle ve korsanları ise, topluca birbirlerine zincirlerle bağlayarak, alt kata indirildiler.
Korsanları elleri zincirli olarak ilk defa görüyordum; yüzlerinde kaygı dolu bir şaşkınlık ifadesi vardı. Liderleri Zenon aralarında görünmüyordu. Korsanların arka tarafında sıralanan diğer köleler arasında Kallias, mağrur duruşu ile kolayca seçilebiliyordu. Göz göze geldiğimizde, Pontuslu yaşlı köle, bir süre gözlerimin içine baktıktan sonra gülümseyerek başını denize doğru çevirdi.
Esir arkadaşlarımızın ardından bakarken, onlar için hiçbir şey yapamadığı için eminim Timon’da üzgündü Oysa bana dönüp, konuşmaya başladığında her şeye karşın, yüzündeki mutluluk ifadesini gizleyemiyordu. “Artık her ikimizde özgür insanlarız… Sen de benimle birlikte geleceksin.” dedi gülümseyerek. Doğduğum kenti esir alan askerlerden biri ayaklarımdaki zincirleri kırarken karmaşık duygular içindeydim.
Timon, Romalılara kendisinin bir Roma vatandaşı, benim ise yardımcısı olduğumu söylediğinde askerleri inandırmak hiçte kolay olmamıştı. Beni bekleyen yeni hayatımda bir köle mi, yoksa özgür bir insan mı olacağımın ayrımına henüz varamamıştım. Kıyıya yaklaşırken, Ksanthos’ta geçirdiğim son gün yüreğime yerleşen suçluluk duygusu her tarafımı sarıyor, babama saplanan kılıç bir kez daha göğsümü deliyordu.
Kilikya’nın en güzel liman kentlerinden biri olan Korikos’a geldiğimizde, savaş tutsakları diğer gemilere bindirilirken, askerlerinden çarpışmayla ilgili detaylı bilgi alan Romalı komutanın Timon’la görüşme istediğini öğrenmiştik. Askerlerin nezaretinde komutanın karargahına gittiğimizde, komutan Timon’un yüzüne bir süre kuşkuyla bakarak, başına gelenleri bir kez daha kendisine anlatmasını istedi. Timon, Pergamon kütüphanesinde uzun yıllar çalıştığını, İskenderiye Kütüphanesi’ndeki yeni görevine başlamak üzere bir gemi ile yola çıktığını, ancak bir talihsizlik sonucu korsanların eline düştüğünü uzun cümlelerle anlattı.
Romalı komutan Timon’aPergamon Kütüphanesi’ndeki eserlerle ilgili sorular soruyor, sonra Timon’un yanıtlarını can kulağı ile dinliyordu. Anlattıkları en az komutan kadar benim de ilgimi çekiyordu. Timon kütüphanedeki önemli eserleri ve komutanın ilgisini çeken Aristoteles rulolarının hikayesini detaylarıyla anlattı. Konuşmaları arasında beni kendisine yardım etmek üzere İskenderiye’ye götürmesi gerektiğini birkaç kez vurguladı.
Komutan, İskenderiye’ye giden ticaret gemilerinin genellikle Likya’daki Patara veya Myra limanlarından, Tir limanına kadar hiçbir Pamfilya ve Kilikya limanına uğramadığını, fakat İskenderiye’ye gitmek için en iyi yolun bir donanma gemisi ile Kıbrıs’taki Salamis kentine gitmek ve orada bir ticaret gemisi bulmak olduğunu söyledi. Bir askeri gemi ile bizi en azından Kıbrıs’a gönderebileceğini sözlerine ekledi. Salamis’e gidecek olan gemi üç gün sonra limandan hareket edeceğini, bu süre içinde bizi kentte konuk etmekten mutluluk duyacağını söyledi. Komutanın akşam yemeği davetinden sonra, dinlenmek için üst kattaki konuklara ayrılan büyük bir odaya çıktık. Uzun süredir özlemini çektiğim yumuşak yatağa gömülüverdim ve deliksiz bir uykuya daldım.
Akşam konağa, Romalı askerlerin temin ettikleri yeni giysileriyle geldik. Komutanın kölesi bizi loş ışıklı genişçe bir salondan, diğerine göre daha aydınlık olan başka bir salona getirdi. Komutan u şeklindeki masanın başında eşi ve birkaç dostu ile birlikte oturuyordu. Bizi görünce ayağa kalkıp saygıyla selamlayarak masaya davet etti. Hizmetkarlar masaya sürekli birbirinden lezzetli mezeler taşıyor, iştah açıcı mezeler ve aperatifler bitmeden yenilerini getiriyorlardı. Ana yemekler masaya taşındığında vakit epeyce ilerlemişti. Ekmek ve kırmızı şarap eşliğinde et yemekleri yenirken, komutan Latince yerine konuşmaya özen gösterdiği çok iyi Helence’si ile Timon’a, Kilikya’da kaldığı üç yıl boyunca en çok sevdiği şeyin, Kapodokya’dan getirilen şaraplar olduğunu anlattı. Efes’te içtiği güzel şaraplardan ve Efesli kadınlardan söz ederken göz ucuyla karısına bakıyordu. Timon’a yine Pergamon ve kütüphane ile ilgili sorular sordu, yanıtlarını merakla dinledi. Pergamon’la ilgili övgü dolu sözler söylerken, Korikos kentini de Pergamonlu bir kralın kurduğunu sözlerine ekledi.
Bir kaç kadeh şaraptan sonra komutan yüzünde beliren bir tiksinti ifadesiyle, Roma’ya her türlü kötülüğün ve sapkın inançların Küçük Asya topraklarından geldiğini söyledi. Bu topraklara gelip ticaretle uğraşan Roma vatandaşlarını, memurların ve askerlerin anlaşılamayan bir şekilde din değiştirdiklerini, buralarda edindikleri bir takım sapık inançları Roma’ya ve bazı İtalya kentlerine nasıl taşıdıklarını anlattı. On yıllarca savaştıkları Kilikya korsanlarının kökünü bir türlü kurutamadıklarını, üstelik şimdi de, onlardan etkilenen bazı Romalı askerlerin gizli gizli mağaralarda Kilikyalılarla buluşup bir takım akıl almaz ayinler yaptıklarından söz etti. Çok güvendiği bazı üst rütbeli subayların bile, Kilikya şehirlerinde çok yaygın olan bu ayinlere katıldığını dehşetle tespit ettiğini söylerken kızgındı.
Komutan şarabın etkisiyle yerli halka sövgüler savururken ben, Oympus’ta korsanlarla birlikte geçirdiğimiz o yıldızlı geceyi düşünüyordum. Kilikya’da gökyüzü ile ilgili bu ayinlerin yer altı mağaralarında yapılmasına bir türlü anlam verememiştim. Oysa korsanlar ayinlerini gece açık havada yapmışlardı.
Komutan konuyu değiştirerek, sözlerine Roma’da her geçen gün yaygınlaşan Baküs törenlerinden bahsederek devam etti. “Roma’da bu törenlere önceleri sadece kadınlar katılırlardı, sonraları erkekler de katılmaya başladı. Şarap içerek çılgınca dans eden müritler ahlaksızca sokaklarda toplanarak öylesine kendilerinden geçerlerdi ki, bazen onların vahşi hayvanlardan bir farkı olmadığını düşünürdünüz. Birbirlerini ısırırlar, cinsel tacizlerde bulunurlardı. Senatonun bu törenleri yasaklamasına rağmen hala bu törenler yapılmakta. Binlercesi mahkum edildi, öldürüldü, ama bu tapımdan vazgeçmediler.” Komutan, Timon’un yüzündeki ifadeden sözlerine katılmadığını anlayarak konuşmasını birza daha yumuşatarak, “Bizler de ilkyazın gelişini kutlarız, ama onların törenleri korkunçtu. İşin aslını yıllar sonra görevim dolayısıyla Küçük Asya’ya geldiğimde anladım: Bu törenlerin Dionysos tapınaklarında çok daha kalabalık gruplar halinde, çılgınca kutlandığını gördüm. Üstelik, Frigya’daki Kybele ayinlerini görünce büsbütün şaşırdım. Cinsel organlarını keserek Ana Tanrıça’ya sunan rahiplerin yaptıkları tam bir delilik. Kalabalık müritlerin caddeleri taşırdığını, ürkütücü müzik eşliğinde dağlara çıktıklarını gördüm. Bu insanlar sıradan kent yaşamına hiçbir zorluk çıkarmadan uyum gösterirken, bu törenlerde neden bu denli farklılaşıyorlar bir türlü anlam veremiyorum. İyonya’danFrigya’ya, Kapodokya’dan Kilikya’ya bir tuhaf ülke burası” diyerek Timon’un yüzündeki onaylama ifadesini bekledi.
Timon, o gece komutanın anlattıklarını zaman zaman zorunlu olarak başıyla onaylamak zorunda kalsa da, genelde sükunetle dinlemişti. Komutanın bu konu ile ilgili ona sorduğu soruları kısa cümlelerle yanıtlarken yorum yapmamaya özen gösterdi. Yemekten ayrıldığımızda vakit gece yarısını geçiyordu.
Ertesi gün ve daha sonraki iki gün boyunca kenti gezdik. Çok ilginç bir kentti Korikos. Ksanthos kadar olmazsa da, büyük sayılabilecek bir anıtlar kenti idi burası. Birinci gün, her iki yanında stoaların bulunduğu büyük bir caddeyi ve civarındaki sokakları gezdik. Kentin her tarafı tapınaklarla doluydu. Kent halkı, çoğunlukla esmer Kilikyalılardan ve az sayıda olan Romalılardan oluşuyordu.
İkinci gün, kent merkezinden yürüyerek kayalık yamaçlarla çevrili derin bir uçurumun önüne geldik. Sarp kayalıklardan aşağıya inmek oldukça zordu. Bir an ölüler ülkesinin olsa olsa burası olabileceğini düşündüm. Dehşet verici görüntüsünün yanı sıra, yemyeşil ağaçlarla çevrili muhteşem bir yerdi burası. Timon aşağıya inmesinin kendisi için çok zor olacağını söyledi. Israr etmeden, kendi başıma kaya yamaçlardan aşağıdaki tapınağa kadar indim. Daha sonra mağarada yeşillikler arasından süzülen kutsal suyu yudumladım. Orada Ksanthos’un köpüklü sularının kaynağı olan uzak vadileri düşündüm. Yeryüzünün derinliklerinden fışkıran kutsal sular yeniden doğuşun müjdesini veriyordu. Fazla oyalanmadan Timon’u bekletmemek için tekrar yukarı çıktım. Biraz ileride, öncekinin aksine dehşetli bir görünüşü ikinci bir obruk vardı. Korkunç canavar Typon’u Zeus’un buraya hapsettiğine inanılan bu çukur yöre halkı tarafından lanetlenmişti. Bu çukurlar yeryüzünün vazgeçilmez iki gerçeğini simgeliyorlardı: yaşam ve ölüm.
O gece sabaha kadar uyuyamadım. Çevresi kayalarla çevrili uçurumun kenarında hissettiği ürpertiyi, Patara kayalıklarından kendimi boşluğa bıraktığımda da hissetmemiştim. Korsan gemisinin kötü koşullarında yaşadıklarım ve öğrendiklerim yaşamına yeni bir boyut getirmişti. Aklımın almadığı sonsuzluğun sırları tanrılara ulaşarak değil, yaşamın içinde kalarak, ölümlülerin dünyasını daha iyi anlayarak çözülebilirdim. Yaşam, ölümü ve sırların kaynağını kendi içinde barındırıyordu. Pontus kralını düşündüm; bütün bir yaşamını yeryüzünün sırlarına adamış, bu uğurda bilginlerden daha bilgin, zalimlerden de daha zalim olmuştu. Ancak ölümsüzlüğe ulaşacakken o, ölümü tercih etmişti.
Ertesi gün pencereden sızan arsız tanrının sıcak ışıkları ile uyandık. Gökyüzü pırıl pırıldı. İskenderiye’de noktalanacak uzun seyahatimize başlayacağımız limanda, açık denizden Kıbrıs adasına gidecek olan donanma gemisinin son hazırlıklarını bekliyorduk. Timon Romalı komutanın karargahına son kez vedalaşmak üzere gitti. Kısa bir zaman sonra limana döndüğünde, kocaman gözbebeklerinden mutluluk taşıyordu: Romalılardan yolculuk için bol miktarda erzak ve bir miktar da para almıştı.
Gemi Küçük Asya kıyılarından yavaşyayaş uzaklaşırken, kürek çekmeden bir yolculuk yapabildiğim için durumundan hoşnuttum. Her ikimiz de ilk kez ana karayı terk ediyor, belki de, bir daha hiçbir zaman dönemeyeceğimiz kıyıları hüzünle seyrederken, gideceğimiz yeni ülkede bizleri bekleyen bilinmezlerin kaygısını da taşıyorduk.