Straton’un Kulesi
İskenderiye limanından Akdeniz’e açılan büyük ticaret gemilerin ana rotası Roma’dır. Daha önce söylediğim gibi genellikle Mısır’dan Roma’ya tahıl taşıyan bu gemiler, Kuzey Afrika kıyısından bir liman kenti olan Kirenaika’ya kadar kıyı şeridini takip ettikten sonra, Akdeniz’i güneyden kuzeye kat ederek Roma’ya ulaşırdı. Normal koşullarda aşağı yukarı yedi sekiz gün süren bu yolculukta gemiler, Küçük Asya kıyılarına uğramadıklarından, benim için bu rota uygun değildi. Üstelik henüz tahıl mevsimi gelmediğinden, bu günlerde Doğu Akdeniz ve Küçük Asya kıyılarından Roma’ya seyreden bir gemi bulma olasılığım oldukça düşüktü. Suriye, Kilikya, Pamfilya ve Likya sahillerini takip eden Roma gemilerden birine binmek zorundaydım. Knidos limanına geldiğimde, gemiden inecek ve başka gemiler ile Efes’e ulaşmaya çalışacaktım. İskenderiyeli denizcilerden öğrendiğim kadarıyla normal süresi beş gün olan bu yolculuk, çeşitli limanlarda uzun süren beklemelerden dolayı aşağı yukarı on, on beş gün sürebilirdi. Birkaç haftadan beri beklediğim ve nihayet şans eseri bulduğum gemi, limanda bu güne kadar gördüğüm en büyük gemilerden biriydi. Bu gemiyle, önce Suriye ve Filistin limanlarına, daha sonrada Kilikya, Pamfilya ve Likya kıyılarından, Karya’ın uç limanı Kinidos’a kadar yolculuk edebilecektim.
Faros adasındaki büyük fenere baktım; geceleri limanı aydınlatan fener, kentin kalbi gibiydi. Bir gün bu fener sönerse, sanki İskenderiye kenti bir daha var olmayacaktı. Onun ışıldaması kent halkında güven duygusu uyandırırdı. Geminin hareketinden kısa bir süre sonra, kenti bir daha dönmemek üzere arkasımda bıraktığımdan emindim; yüzünü denize dönüp kente hiç bakmadım. Açık denizlerin ötesinde, ufukta beni bekleyen geleceğimi merak ediyordum. Bilmediğim başka bir ülkede yeni bir hayat beni bekliyordu.
Beklenenin aksine gemide mürettebatla birlikte, yolculuk eden kentin tanınmış bazı tüccarının yanısıra, birçok yolcu da vardı. Yolcuların büyük bir bölümü Yahudiye’ye gitmek üzere gemiye binen İskenderiyeli Yahudilerden oluşuyordu. Onlar, topluca güvertede geminin hareket etmesini beklerken, kıyıda onları yolcu etmek için bekleyen İskenderiyeli yakınlarına el sallıyorlardı.
Güvertede esmer, uzun saçlı bir adam dikkatimden kaçmadı; Dalgalı siyah saçları rüzgarla oynaşırken, sakalının sıvazlıyordu. Kemerli burnu ve sivri çenesinin profilden görünümü çevresindeki diğer insanlardan farkı bir izlenim bırakıyordu. dikkatimi bu adamda yoğunlaştırdım. Onu bir yerler de görmüşomalıydım; fakat bir türlü kim olduğunu çıkaramıyordum. Geçenlerde kentin doğusundaki Yahudi mahallesinden geçerken rastlamış olabileceğimi düşündüm ve onunla ilgilenmekten vazgeçtim. Bir süre sonra uzun saçlı adam başını çevirdiğinde yüzü tamamen belirginleşti. Bir an kalbim hızla çarpmaya başladı. Hiçbir zaman unutmadığım bu gözleri uzaktan da olsa hemen tanımıştım: “Moles!”
Çocukluğumun en güzel günlerini birlikte geçirdiğim arkadaşım güvertede limana bakıyordu. Ksanthos vadisinin, ırmak boyunun, kentin taş yolarını birlikte aşındırdığım Moles’in uzun dalgalı saçlarını nasıl da tanıyamamıştım? Hızlı adımlarla Moles’e doğru yaklaşırken, onun bu gemideki tüccarlardan biri olabileceğini, belki de, Patara’ya veya Efes’e seyahat ettiğini aklımdan geçiriyordum. Karşı karşıya geldiğimizde genç adam heyecanına anlam verememişşaşkın şaşkın beni izliyordu. Beni tanıyamamıştı!
Boğuk bir sesle: “Moles, ben İkarus!” dedim. Esmer adam İbranice bir şeyler mırıldandı ve siyah gözlerini kısarak yüzümü dikkatlice inceledi, irkilerek,
“Bu senin yüzün olamaz! Ne kadar da değişmişsin!” diye haykırdı. Gözleri kocaman olmuştu. Bana sımsıkı sarıldı.
Çocukluk günlerimin canlı, heyecanlı ve yerinde duramayan Moles’ini, çok daha durgun ve sakin bulmuştum. Genellikle konuşmuyor, dinlemeyi tercih ediyordu. Anlattıklarım onu dehşete düşürse de, sakin ve dengeli davranmaya gayret ediyordu. Bir yandan da, göz ucuyla çevresindeki dostlarını süzüyor, benim onlarda bıraktığı izlenimi merak ediyordu.
Moles, babası ile birlikte Patara’dan bir gemiyle İskenderiye’ye geldiklerini ve o günden bu yana İskenderiye’de yaşadığını yalın bir dille anlattı. Koca şehirde bir kez olsun karşılaşamamıştık. Önceleri iyi giden babasının işleri sonradan bozulmuş ve onun ölümü sonrası işleri kendisi devralmıştı. Bu gemi ile Şavuat için Jeruselam’a gittiklerini, Straton’un Kulesi’nde gemiden ineceklerini daha sonra da, kara yolu ile kutsal topraklara ulaşacaklarını söyledi. Moles konuşurken, elinde olmadan araya bir mesafe koysa da, bazen çocukluğunun coşkusuna kapılıyor, gözleri eski günlerdeki gibi ışıldıyordu.
“Musa’nın Mısır’dan çıkışının ellinci günü, bizim en kutsal günlerimizden biridir.” dedi Moles. “Tanrı Tora’yı Musa’ya ellinci günde Sina dağında vermiştir. Biz bu elli günü sevgiyle sayarız. Yıllar önce Pesah gecesi Yahudiler Mısır’dan çıktılar ve Sina çölüne yolculuk ettiler. Orada halkımız ilahi ortamda bir araya geldi. Tanrı onlara ateşin içinden seslenerek On Emir’e uymalarını söyledi; bu emirler taş tabletlerin üzerine yazıldı. Emirlerin verildiği gün gökler gürledi, şimşekler çaktı ve dağın tepesinde dumanlar tüttü. On Emir sayesinde yeryüzüne adalet, sorumluluk ve bütün ahlak kavramları geldi. Tanrı bizlere hırsızlık, cinayet, zina yapılmamasını emretti. Tanrı emirlerini çölde vermiştir; çünkü çöl durgunluğu ve sessizliği ile insanı zaman ve mekan kavramından uzaklaştırır. Sonsuzluk hissini insanlar çölde daha iyi anlarlar. Tanrı orada, “Ben sizin rabbiniz tanrıyım” dedi. Biz Pesah bayramından ellinci gün sonra tabletlerin verildiği bu günü Şavuot günü olarak kutlarız. Şuvuat, İbranice’de haftalar anlamına gelir. Pesah’ın ikinci gününden intibaren yedi haftalık sürenin hemen bitiminde emirler gelmiştir. Bu sözcük aynı zamanda yemin anlamına da gelir. On Emir’in verilişinden beri halkımız bu emirlere uyacağına dair yeminlidir. Biz kutsal topraklara bu günü anmak için gidiyoruz. Eskiden bu yolculuk karadan yapılırdı; ne var ki, son yıllarda kara yolu bizler için tehlikeli oldu ve İskenderiye’den kutsal topraklara gidilebilmek için Straton’un Kulesi’ne gemilerle ulaşmamız gerekti.” Moles bu uzun konuşma sonrası bir süre sustu ve gökyüzünde hareket eden bulut kümelerini seyre koyuldu.
Eskiden çok merak ettiğim o yahudi tanrısından hiç bahsetmezdi. Şimdi ise adını dilinden düşürmüyordu. Moles eskisi gibi değildi.
Akşamüzeri gemi Straton’un Kulesi’ne yaklaşıyordu. Moles buranın eski bir yunan kenti olduğunu ve yakın zamana kadar önemsiz bir ticaret kenti niteliğinde kaldığını söyledi. Ona göre, bu kent Yahudiler için çok önemliydi; çünkü kutsal topraklara açılan en önemli deniz kapısıydı. Kente yaklaştıkça, kıyıda büyük bir limanın inşa edilmekte olduğunu gördüm. Göründüğü kadarıyla, limanda yüzlerce işçi çalışıyor, deniz üzerine dolgu zeminler yapılıyordu. Moles, liman inşaatından sonra Akdeniz’in dev dalgalarından etkilenmeyeceğini ve dünyanın en güzel limanlarından biri olacağını anlattı. Roma senatosunun sonunda Herodes adında bir Yahudiyi bu bölgeye kral olarak atadığını söyledi. Herodes’in kral olduktan sonra sadece Straton’un Kulesi’nde değil, Yahudiye’nin tamamında yenilikler yaptığını, hem Yahudiler hem de bölgede yaşayan diğer halklar tarafından sevildiğini anlattı. Gemi limana yaklaşırken, şehrin iç bölgelerinden yükselmekte olan dev tanrı heykellerini gördüm. Kent tamamen Helenistik bir tarzda yeniden inşa ediliyordu. Sadece bir tanrıya inanan Yahudi bir kralın bunları yapması aklımı karıştırmıştı.
Artık Moles’le ayrılık zamanıydı. Moles benimle vedalaşıp, bir kaç adım yürüdükten sonra tekrar dönüp yüzüme bakarak: “Her zaman kalbimde ve ruhumda yaşadın, seni hiç unutmadım.” dedi. Bu yolculuk boyunca bana söylediği en etkileyici cümleydi; kalbime bir bıçak saplandı. Son kez gözlerimiz içine bir kez daha bakarak birlikte yolculuk ettiği gruba katıldı. Onlarla birlikte sahilden gemiye yanaşan küçük bir sandalla karaya indi. Rüzgardan dalgalanan siyah giysisinin içindeki bu incecik adamı gözlerimle takip ettim. Moles gemiden sandala indikten sonra, bir kez daha geriye döndü ve son kez el salladı. Sahilde kalabalığın arasında kaybolurken gözlerimin önüne Moles’in çocukluk günleri geldi ve vadide koşu yarışlarımızı hatırladım. Fısıldayarak, “KoşMoles koş!” dedim.
Moles beni ilk gördüğünde tanıyamamıştı. Oysa Ksanthos’tan ayrılalı sadece birkaç yıl olmuştu. Elimi yüzüme götürdüm, parmaklarımı yüz hatlarımda gezdirdim. Henüz daha genç görünümümü koruyordum. Çoktandır ilgilenmediğim yüzümün değiştiğini ve başka bir insan olduğumun üzülerek farkına vardım. Sonra Moles’i düşündüm. O, hiç mi değişmemişti? Sakalı ve dalgalı uzun saçları, iri gözlerini gizleyemiyordu. Gün boyu gemide konuştuklarımızı aklımdan geçirdim. Acaba kim değişmişti? Moles mi, yoksa ben mi?
Günbatımında kıyıya vuran dalgalar bir ayrılık şarkısı söylüyorlardı. Deniz geldikçe kara kaçıyor, kıyıya sokulan küskün dalgalar geri çekiliyordu. Güneşin kızıl saçlarıyla oynaşan köpüklü dalgalarda eski günlerin izlerini aradım.