Özgürlüğün Bedeli
Anemourion’un ıssız sahillerine yaklaştığımızda, martı çığlıkları sessizliği yırtarcasına bozdular. Zenon’un günlerce yüzünden kaybolmayan gerilimli ifade, yerini gizlenmesi olanaksız bir tebessüme bırakmıştı. Kentin uzaklarında, terk edilmiş eski bir limanın bulunduğu bu kıyılar, korsanlar için güvenli bölgelerdi. Kıyıya yaklaşırken yelkenler indirildi. Korsanlarla birlikte bir kaç köle gemiden atlayıp, yüzerek karaya çıktılar.
Gemideki korsanların rahat tavırlarından bir süre burada konaklayacağımızı kavramıştım. Kıyıya çıkan korsanların işareti ile, bir kaç köle ve korsan dışında hepimiz karaya çıkartıldık. Kumsal boyunca uzun bir yürüyüş sonrası derme çatma evlerin bulunduğu küçük bir köye yaklaştık. Köy halkı korsanları hiç yadırgamadı. Yaşlı bir adam koşarak en önde yürüyen Zenon’a sarıldı; sonra diğer köylüler bize yaklaştılar.
Uzun boylu, iriyarı adamla Zenon gün batana dek yaşlı bir çınar ağacının gölgesinde sohbet ederken yaşlı korsan zaman zaman öfkeleniyor, sesini yükselterek karşısındakinin söylediklerine itiraz ediyordu. Adam Zenon’u sabırla dinledikten sonra karşılık vermeden başını iki yana sallıyordu. Bu tavır korsanı çileden çıkarıyordu.
Gece büyük bir ateş yakıldı, korsanlar ateşin etrafına köy halkı ile birlikte oturup, derin sohbetlere daldılar. Ateşte kızartılan keçi eti iştahla yendikten sonra, lir sesi ile başlayan hafif müzik melodileri zaman geçtikçe yerini daha canlı ve coşkulu ezgilere bıraktı. Kadınlar ve erkeklerden oluşan gruplar birlikte dans etmeye başladılar. Köy kadınlarının evlerinden taşıdıkları kırmızı şarabın etkisiyle coşan korsanlardan biri bize dans ederek yaklaştı ve hiç duymadığı bir dilde bir şeyler mırıldandıktan sonra, kahkahalar atarak geri döndü. Gece boyu olanları sessizce izledim. Sıkıldım; bir şeyler konuşmak umuduyla Timon’a baktığımda, onun oturduğu yerde çoktan uykuya daldığını gördüm. Tekrar başımı kalabalığa çevirdiğimde, korsanlardan bazılarının köyün esmer kadınları ile ağaçların arasında şarkılar söyleyerek kaybolduklarını fark ettim. Korsanların yüzlerindeki tedirgin ve öfkeli ifade bu köyde onları terk etmişti.
Likya’dan ayrıldığımdan beri, uzaktan da olsa birçok kent görmüş ve görmediğim kentlerin de öykülerini dinlemiştim. Likya’nın dışındaki dünya, Likya’dan çok da farklı değildi. İnsanlar genellikle, başka insanların mutluluğu için acı çekiyorlardı. Acı her yerde vardı. Acıya direniş ise genellikle umutsuzluk ve yeni acılar getiriyordu. Başımı çevirdim, aynı yazgıyı paylaştığım arkadaşlarımı seyrettim. Çoğu yorgunluktan uykuya dalmıştı bile. Timon yorgunluktan bayılmışçasına diğerleri gibi yere serilmiş yatıyordu. Aralarında sadece Cleon, uyurken bile yüzünde kaybolmayan mutluluk ifadesi ile düşünde özgür bir ülkede geziniyor gibiydi. Kallias’a baktım. O uyumuyor, gözlerini gökyüzünün karanlılığında tek başına parıldayan bir yıldıza dikmiş, düşünüyor, belki de, onu bu duruma düşüren tanrısından hesap soruyordu.
Ölümlülerin, ancak tanrıların sırlarını keşfettiklerinde özgür ve mutlu olabileceklerini düşünüyordum. Bunun içinde Spartaküs kadar cesur, Pontus kralı kadar da bilgili ve kararlı olmalıydım. Kral Mitridat tanrılara rağmen tanrıların sırrına erişmişti. O, bu gücü belki de, tanrıların izni olmadan kullandığı için onların gazabına uğramıştı. Spartaküs ise, sadece yüreğinin sesini dinlemiş, cesareti ve gücü ile Roma’yı titretmişti. Oysa bütün uğraşlarına karşın, kölelerin yazgısını değiştirememişti. O da, yaşamı boyunca ölümlülerin tek düze dünyalarından farklı bir dünya aramıştı. Ancak bu konuda bana ne Timon, ne de diğerleri yardım edebilirdi: Ancak kendi çabamla tanrısal sırrı, ölümsüzlüğü keşfedebilirdim. Özgür bir insan olmayı başarabilirsem yapacağı çok şey olduğunu düşünüyordum. Beni yaşama bağlayan bir umudum vardı artık. Bir gün bu gemiden mutlaka kurtulmalıydım.
Poseidon’un öfkesiyle kabaran denizler, Zeus’un kopardığı fırtınalar hep Romalılardan yanaydı. Likya’nın, Kilikya’nın ve diğer halkların üzerinde ışıldayan Roma kılıcını Tanrı Apollon aydınlatıyordu. Romalıların kirli çizmelerinin Ksanthos’un küllü sokaklarında temizlenmesine olanak yoktu. Ancak Romalı generallerin düşündüğü gibi, onların dünyasına başkaldıranların henüz köklerini kazıyamamış, beklenenin aksine Aristonikos, Spartaküs gibi kahramanlar yaratmışlardı. Romalıların içine bir kez korku girmişti: Roma egemenliği karşısında direnen güçler hep olacak ve bir gün mutlaka yapılanların hesabı sorulacaktı.
Düşümde gördüğüm tapınaktaki yaşlı adamı hatırladım; bana her şeyin değiştiğini söylemişti. Ülkemin artık eski ülkem olmadığını, benim de eski İkarus olmadığımı söylemişti. Vadileri yalayarak gelen Ksanthos da, aynı yataktan her seferinde yeni sular akıtıyor, doğayı kaplayan, tanrılara dahi hükmeden, zamanın akışını düzenleyen sır, ölümlülerin yazgısını belirliyordu. Yaşlı adam sırrın kaynağının ateşin içinde gizlendiğini söylemişti. Bu sır mutlaka tanrısal değerlerin üstündeydi ve tanrılar onun hükümlerini yerine getiriyordu. Değiştiğimi düşündüm ve tanrıların gazabından korktum. Ölümlülerin soylu veya köle olmaları, çektikleri az veya çok acılar hükmü değiştirmiyordu. Oysa hepsi, bilinmeyen sırrın zavallı kurbanlarıydı. Büyük İskender’in de, Pontus kralının da peşinde olduğu şey buydu. Kilikyalılara göre bu sır göklerde, geceleyin uzaktan göz kırpan kutsal ışıklarda gizliydi. Bakır bir tabak gibi gökyüzünde ışıldayan aya takıldı gözlerim. Ayın aydınlık yüzünde Artemis’i gördüm; gülümsüyordu. Belli ki hiçbir ölümlünün bilemediği sırrı öğrenme cüretini gösteren bana sadece gülüyordu. Daha önce tanrıların dünyasına uçarak gelmeye kalkan, bilinmezler ülkesinin sırrını ararken, bir korsan gemisinde köle olan zavallı ölümlüye gülüyordu. Ben de güldüm…
O gece anladım ki, korsanların da bir yurdu olmalıydı. Karada onları da bekleyen birileri vardı. Sabahın ilk ışıkları ile terk etseler de, zaman zaman uğradıkları limanlar vardı. Belki de onlar, karada özgür olmadıkları için Romanın onlara dar ettiği uçsuz bucaksız denizlerin mahkumu idiler.
Sabahleyin korsanlarla birlikte kıyıda bizi bekleyen gemilerine doğru ilerledik. arkama döndüğümde, Cleon ve birkaç köleyi göremedim. Sağ tarafıma baktım, uzaklarda elleri zincirli birkaç köle köylülerle yürüyerek uzaktaki şehre doğru ilerliyorlardı. Cleon’da onlarla birlikteydi. Beraberinde, gemideki ilk günümde kahkahalarla gevezelik yapan Fenikeli genç köle de vardı. Cleon denize doğru yüzünü döndü ve bize baktı. Bu yaşlı Sicilyalıyı son görüşümdü. Kente, köle pazarına satılmak üzere götürüldüğünden emindim. Ancak yine de uzaktan gördüğüm kadarıyla yüzündeki o alaycı gülümseme eksilmemiş, başı dimdikti. Cleon’un umutsuzluğu, benim için umudun başlangıcıydı. Bu gemide yaşadığım ve öğrendiğim her şey içimdeki umudu yeşertmişti. Umudun simgesi ise, uzun yıllarını özgürlük mücadelesine adamış uzaklaşan bu yaşlı köle idi. Yaşadığı sürece tek amacı özgür insan olmak olan yaşlı Sicilyalıyı yeni bir köle pazarı bekliyordu. Özgürlüğün bedeli ağırdı ve bu bedeli o fazlasıyla ödemişti. Belki son kez Cleon’u bir kez daha görebilme ümidiyle arkama döndüm, bir süre baktım, kimseyi göremedim. Korsanlardan birinin sert uyarısıyla yönümü denize döndüm ve arkadaşlarımla sahilde bizi bekleyen gemiye doğru yoluma devam ettim.