İskenderiye’de Son Günler
Yaşlı dostumun ölümünün üzerinden birkaç hafta geçmişti. Moseion’dakiTimon’un yarım kalan işlerini tamamlamak için, Amonius’la birlikte gece gündüz çalışıyorduk. Onun içime hapsettiği acıdan ancak daha çok çalışarak kurtulabileceğimi sanıyordum. Çalışmalarım sayesinde kütüphanede saygın bir konuma gelmeyi başarmıştım. Kısa süre içinde edindiğim deneyimlerinde, Timon’un çok büyük katkısı vardı. Moseion yönetimi, Timon’un ölümünden sonra benim yetkilerimi daha da arttırmış, Timon’un yarım bıraktığı araştırmalara Amonius’la birlikte devam etmemize karar vermişti.
Uzun zamandır, zihnimi meşgul eden konu, Timon’un ölümünden bir gün önce konuştuklarıydı. O, Pontus kralının özel rulolarından ve bir kaleden bahsetmiş, ne var ki, bir türlü bu ruloların nerede olduğunu söyleyememişti. Belki de, söylemekten vazgeçmişti. Bu konu doymak bilmeyen bir kurt gibi içimi kemiriyordu. Timon ve kral gibi bu illet tutkuyu benim de saplantı haline getirdiğimi seziyor kendimden korkuyordum. Her şeyin öldüğü günkü gibi yerli yerinde durduğu Timon’un odasına uzun zamandan beri girmemiştim. Odaya girdim; çevreye şöyle bir bakındım. Mutlaka bir yerlerde bir ipucu bulacağımı düşündüm. Dolapları karıştırmaya başladım, her tarafı aradım. Göl kıyısından topladığı kuru otları, ağaç yapraklarını, çeşitli renklere boyalı bitki kaplarını buldum; yazılı hiçbir şey yoktu. Bitkilerden yaptığı bunca ilacın formülünü hafızasında nasıl tutabildiğini bu güne kadar hiç düşünmemiştim. Giysilerinin içine baktım; hiçbir şey bulamadım. Odayı birbirine katmıştım. Bir an yaşlı dostuma büyük bir saygısızlık yaptığımı düşünerek, özenle odayı eski haline getirdim. Bu işi yaparken Timon birazdan odasına girecekmişçesine acele ediyordum.
Ertesi sabah, Moseion’un bahçesinde gezinirken, Timon’un masasını ve sadece kişisel eşyalarını bulundurduğu dolabını karıştırmayı aklımdan geçirdim. Aradıklarım mutlaka çalıştığı odada bir yerde olmalıydı. Nasıl da düşünememiştim? Kütüphaneye çıkan kestirme patika yoldan koşar adım yürürken, sütunlara yaslanmış oturan bir öğrenci grubu, sabahın erken vakitlerindeki bu telaşıma anlam veremediler. Ben de, sanki bu öğrencilerin neden koştuğumu anlayacaklarmış gibi bir kaygıya kapılarak, adımlarımı yavaşlattım. Odaya girince, ilk iş olarak Timon’un üzerinde çalıştığı evrakları tek tek karıştırdım, raflarda ne var ne yok her şeyi aşağıya indirerek büyük bir dikkatle inceledim, fakat aradığımı bulamadım. Basit bir ipucu bile yetebilirdi; oysa hiçbir şeye erişememiştim. Son bir umut, Timon’un dolabına yöneldim, kapısını zorladım ancak açamadım. Tek bir çare kalmıştı: Dolabı kırmak. Kilidi kırdım; içinde Timon’un bir takım kişisel eşyaları, kaz tüyünden yapılmış kalemler ve kütüphanedeki işleri ile ilgili birkaç hatırlatma notu vardı. En altta dolabın köşe tarafında parşömen parçası buldum. Timon, Pergamon’dan kalan bir alışkanlıkla, her zaman papirüs yerine parşömene yazmayı tercih ederdi. Derinin üzerindeki silik yazıda Hilebos ile ilgili notlar vardı. Bunlara bir anlam veremedim. Bu evrakların altında, başka bir parşömende Efes’teki eyalet valiliğe yazılmış bir yazı buldum. Efes’teki bütün mal varlığını bana bıraktığı yazılıydı ve yazının altında Timon’un mührü vardı. Duygulandım; gözlerimden birkaç damla parşömen parçasının üzerine düştü. Yaşlı adam bana bunu bile söylemeye vakit bulamamıştı.
Yere oturdum; duvara yaslanarak bir süre kıpırdamadan olduğum yerde bekledim. Kısa bir süre sonra ansızın bir ipucu yakaladığımı düşünerek kütüphane arşivine doğru koşar adım yürümeye başladım. Platon’un eserlerinin bulunduğu rafa baktım. Ruloları tek tek indirmeye başladı. Daha önce de bu raftaki bütün eserler elimden geçmiş ve tekrar yerine konulmuştu. Ruloların arasından Philebos ile ilgili olanı buldum: Bu Platon’un haz üstüne yazdığı bir eseriydi. Platon’un bütün eserlerini okuduğum halde, her nedense bu gözüme ilişmemişti. Sokrates ile Philebos’un haz duygusunu üzerine yaptıkları bir tartışma ile ilgili ruloyu iki kez okudum; daha sonra bir kez daha çevire çevire gözden geçirdi. Ne var ki, okuduklarıma hiçbir anlam veremiyor, boşuna uğraşıyordum. Ruloyu hızla geri sarıp yerine yerleştirdim. Kavurucu sıcaklar, rutubetli salonun her tarafını ısıtırken, kan ter içindeydim. Ne yazık ki, aradıklarını bulamamıştım.
Gece, Philebos ile Sokrates arasında geçen tartışmayı düşündüm. Sokrates, haz duygusunu anlatırken, sonlu ve sonsuz değerlerden bahsediyordu. Nasıl, sıcak ve soğuk arasında sonsuz sayıda evre varsa, hazlarında sonsuz olması ona göre anlamsızdı. Her şeyin bir ölçüsü olmalıydı ve varlıkların değeri bu ölçülerle algılanabilirdi. Sonlu olmak ve sonsuzluk… Sokrates’in anlattıklarıyla Timon’un bu konudaki düşünceleri arasında ne gibi bir paralellik vardı? Philebos hazların sonsuz olması gerektiğini savunurken yanılıyor muydu? Belli ki, Timon sonsuzluk evreninin onu mutlu etmeyeceğini söylemek istiyordu. Onun için bu eseri işaret etmiş olabilir miydi? Girit’teki Kronos Sarayı gibi, çıkışını ararken kaybolduğum büyük bir labirentin ortasında tek başıma olduğum apaçıktı.
Sonra, düşüncelerim uzun süredir göremediğim kraliçenin siyah gözlerine kaydı. Onun gözlerinde nedeni bilinemeyen sonsuz bir haz vardı. Bu hazza bir türlü anlam verememiştim. Bir erkek olarak kuşkusuz kraliçeyi arzuluyordum, ancak onun gözlerindeki tanrısal güç beni korkutuyordu.
Son günlerinde Timon’un Efes’e dönme isteği aklımı karıştırıyordu. Kralın iksiri ile ilgili bir şeylere Efes’te ulaşabilirdim. Bu kentte, sırlarıyla birlikte kaybettiğim Timon’dan sonra, beni bekleyen hiçbir şey kalmadığını biliyordum. Önceleri İskenderiye’nin merkezi olarak kabul ettiğim Moseion, artık benim için bir sığınağa dönüşmüştü. Üstelik Timon’un her fırsatta anlattığı büyülü kent Efes’i görmeyi öylesine arzu ediyordum ki, kim bilir belki bir gün, bir gemiye biner ve hayallerini süsleyen bu uzak kente ulaşırdım. Ayağa kalktım; pencereye doğru yürüdüm; limandaki gemileri uzun uzun seyrettim. Bu kenti terk etmenin zamanı gelmişti, hem de bir an önce! Başka bir kente gitmeliydim; Efes’e, İyonya’nın başkentine! Kraliçenin büyülü gözlerinden kurtarmalıydım kendimi. Kaygıyla kütüphanede yarım bırakacağım çalışmalarımı aklımdan geçirdim. Sonra düşündüm; kaygılanmam anlamsızdı. Timon’dan ve benden istenen her şeyi fazlasıyla yapmıştım. Üstelik artık yeteri kadar param da vardı.
Birkaç hafta sonra, İskenderiye’den ayrılmak üzere sabah serinliğinde limana gelmiştim. Ellerimde giysilerimi taşıdığım tahta çantam, yiyecek ve içeceklerden başka hiçbir şey yoktu. Son kez başımı kentin sokaklarına çevirdim. Binaların arasından küçük sevimli penceremi gördüm. Bu kente bir daha dönmemek üzere veda ediyordum. Moseion’dan aralarında Amonius’un da bulunduğu birkaç arkadaşım beni yolcu etmeye gelmişlerdi. Sadece iki yıla yakın bir süre geçirmiştim bu kentte; gördüklerim, öğrendiklerim ve beraberinde götürdüklerim ise, bir ömre bedeldi.