mithradates01

Kralın Ölümü

Kuzey rüzgarlarının esintisi yelkenleri yeterince şişirdiğinden, forsaların dinlenebilmeleri için uygun bir ortam yaratmıştı. Gökyüzünün yeşilimsi bir renge bürünmesi sonrası giderek artan rüzgar, bir süre sonra yağmurlu bir fırtınaya dönüştü. Rotasından çıkan gemimiz sağa sola yalpalarken, korsanlar yelkenleri ana direk ve pruva direğinden indirmek için olağan üstü bir gayret sarf ediyorlardı. Korsanlardan biri, küreklere daha iyi hakim olmamız için avazı çıktığı kadar bağırıyor, uzun süredir kullanmadığı kırbacını sıralarımızda şakırdatıyordu.

Fırtınanın etkisiyle kontrolden çıkan gemi, yalpalanarak hızla karaya yaklaşıyordu. Ansızın dalgaların kayalıklara çarparken çıkardığı o korkunç gürültüyü duyduğumda, bizi bekleyen tehlikenin ciddiyetini kavramıştım. Dev dalgalar kayalara çarparken dört bir yana köpükten burgaçlar dağıttığını lumbozdan görebiliyordum. Bu kıyılarda geminin sığınabileceği bir liman olmadığı gibi, görünürde küçücük bir koy bile yoktu. Uzaktaki karayı keşfettiğimde, kıyı boyunca denize uzanan sivri kayalıklardan  başka hiçbir şey göremedim.

Alabora olma tehlikesi, korsanlardan daha çok zincirlere bağlı biz kürekçileri korkutuyordu. Bütün gücümüzle küreklere asılarak, korsanların gözlerine kestirdiği büyük bir kayaya doğru ilerlemekten başka çaremiz yoktu. Nihayet, zorda olsa kendimize kayalıkların arasında sığınacak uygun bir yer bulmayı başarmıştık. Geceyi korsanların güvenli gördükleri bu daracık korunaklı bölgede bekleyerek geçirdik. Dayanacak gücümüz kalmamıştı ki, sabaha karşı fırtınanın etkisi azaldı: Zeus’un öfkesi sonunda dinmişti.

Direkler yerine dikildi, yelkenler açıldı. Kayalıkların arasından ürkekçe süzülen gemi ufka doğru yol aldı.

Kallias’ın çaprazında küreklere asılırken, Pontuslu forsanın kürekle uyumlu hareket eden gövdesi bana, eski denizcinin yıllardır bu işi yaptığını düşündürdü ve içimi bir ürperti kapladı. Çevremdeki yaşlı kürekçiler bana hep aynı hissi veriyordu. Gözlerimi profilden görebildiği Kallias’ın başına kaydırdım. Kırışık yüzünde, hayatı umursamayan bir ifade vardı. Başını her zaman ensesinden aşağıya bırakıyor, ancak ölümü ile bitecek olan bu yolculuğa  bütün bedeniyle katılırken, yüreği ise Pontus denizinin kıyılarında başka ülkelerde atıyordu. Esrarengiz Pontus kralının himayesinde çalışan bu adamdan kral hakkında Timon’un anlattıklarından başka bilgiler edineceğimi umuyordum. Güneşin ilk ışıkları Akdeniz’in mavi yeşil sularında dansa başladığında, hedefime ulaşmış, Kallias’la koyu bir sohbete dalmıştım.

Kallias gece boyu devam eden fırtına sonrası büyük bir felaket olacağını düşünerek kaygılanıyordu. Onun söylediğine göre, yıllar önce Pontus denizinde de böyle bir fırtına sonrası, kralın bütün filoları batmıştı. Kral ve Kallias’ın da aralarında bulunduğu bir kaç asker, bir korsan gemisine sığınarak boğulmaktan kurtulabilmişlerdi.

Kallias, kralının bir tanrı olduğuna inanıyordu. Ama o başka tanrıların sevmediği yapayalnız bir tanrıydı. Ona göre, Priapos’ta Artemis tapınağını yağmaladığı için tanrıça tarafından cezalandırılmış olabilirdi. Bir çok kez Romalıları yenmiş en zor durumlardan bile kurtulup, güçlü ordular kurarak onlara tekrar saldırmıştı. Kallias, onun yaptıklarını ancak bir tanrının başarabileceğine inanıyordu. Binlerce askerden oluşan ordular dağılırken, Küçük Asya’da yeni ordular kuruyor, Romalı generaller her defasında tam onu yakalanacakken yeniden kaçmayı başardığı gibi, düşmanının üzerine tekrar tekrar saldırıyordu.

Kallias, uzun yıllar sonrası bile kralın öfkelendiğinde, bir meşale gibi yanan gözlerini anımsadığında hala ürktüğünü söylemişti. Onu, hep beyaz bir atın üzerinde dalgalanan saçları ile anımsıyordu. Kallias’a göre, o şimdi gökyüzünde bir yıldızdı. Tanrılar aleminin uzağında yapayalnız bir yıldız.

Artık, Kallias’ın geceleri bulutsuz havalarda gökyüzündeki yıldızları gün doğana kadar izlemesine bir anlam verebiliyordum. Belki de, yaşlı, yorgun ve tutsak asker tanrısal sırların saklı olduğu gökyüzünde yüce bir sevgiyle bağlı olduğu gizemli kralını arıyordu.

Kralın ölüm günlerini anlatırken, Kallias’ın kocaman gözbebeklerinde dehşet dolu bir ifade vardı. O, Romalılarla uzun yıllar savaşan kralın ölmeye karar verdiğinde, aslında tekrar mücadele edecek gücünün olduğuna inanıyordu. Bir çok kez, en kötü koşullarda dahi, Romalı generallerin avuçlarının içinden kayıp giden kral, artık mücadele etmemeye karar verdiğinde ölümsüzlüğü de reddediyordu. Ölümünde yanıbaşında bulunan askerleri bir tanrının ölümlü olmayı tercih etmesine anlam verememişlerdi. Kralın yeryüzünde elde ettiği tanrısal gücü sonsuzluk evreninin tanrıları kabullenememişlerdi. Zalim Roma’ya karşı Küçük Asya halklarını koruma görevi üslenen kral, bu şekilde tanrıların düzenine de karşı koymuştu. Ölümlüler için acı çekiyordu bu dünyada. Kallias, kralının ölümünü anlatırken, ilk kez gözlerinden damlaların atığını görmüştüm. Ölümünün bile acılarla dolu olduğunu söylerken hıçkırıyordu. Kral, ölmek için bütün zehirleri içmiş ama ölüme direnen vücudu onu terk etmemişti. Nihayet askerlerine kılıçlarıyla onu öldürmeleri için yalvarmak zorunda kalmıştı.

Kallias’a göre, kralın ölümünden sonra Romalı generallerin senatoda böbürlenmeleri boşunaydı. O ölümü kendi seçmişti. Ölümsüzlüğün sırrına erişen bir ölümlü, ölümü seçmişti. Tanrıların alaycı bakışları arasında zalim ölümlülere tutsak olmamış, sadece halkı için ölümsüz olmak istemişti. Halkını zalimlerden korumak için tanrılarla yarışmış, gereğinde zalimlerden daha da zalim olmuştu. Özgür olamayan bir ölümsüzün yaşamasının bir anlamı yoktu. Güçlü bir kraldı o, ama özgür olmanın bedelini çok ağır ödüyordu. Tanrıların sırlarını keşfederken özgürlüğünü kaybediyordu. Tutsak bir ölümsüz olarak yaşamak, onun için tanrıların ona verdiği en büyük acı olacaktı. Tanrıların ona uygun gördüğü bu ceza çok ağırdı.

Kral ölürken sırlarını da, kendi ile birlikte toprağa gömmüştü. Yıllarca bir cepheden öbürüne koşuştururken edindiği bilgiler ve sırlar yok olmuştu. Belki de, istememişti böylesine bir gücü başkalarının öğrenmesini. Çünkü bütün çabası boşa gitmişti. Zalim Romalılardan kurtarmak istediği halkına istemeden yıllarca süren savaşlarda çok acı çektirmişti. Üstelik acılar pahasına kurmak istediği mutluluk ülkesini kuramamış ve bedelini halkı ödemişti. Küçük Asya’nın, Troya’da değişmeyen yazgısı bir kez daha tanrıların adaletsiz dünyasına teslim olmuştu.

pontusKallias, benim için oldukça gizemli biriydi. Onun bazı fikirlerini ve davranışlarının nedenlerini bir türlü anlayamıyordum. Korsanların onu bir tutsak gibi görmemesi ve ona saygılı davranmaları  kafamı daha da karıştırıyordu. Belli ki, tanrılarla da arası iyi değildi; zaman zaman tanrılara lanetli küfürler savurması, kahretmesi bu durumu kanıtlıyordu. Onun tanrıları Oympus’un zirvesinden çok daha yükseklerde, gökyüzünde bilinmeyen bir ülkede idi.  Bir gün karısına ve çocuklarına, uzak sonsuzluk ülkesinde kavuşacağına inanıyordu. Umursamaz tavırları, yaşam ile bağlarının büsbütün kopardığının ipuçlarıydı. Tutsak olması veya zengin bir ülkenin soylu bir insanı olması arasında bir fark yoktu onun için. Bu dünya çekilen ve çekilecek acılarla doluydu. Bazen bu gemide geçmiş yaşamına göre çok daha huzurlu yaşadığını söylerdi. Kentler onun için katlanılmaz acılar ile doluydu. Deniz ve sonsuzluk ise onun acısını hafifletiyordu.

 

 

Durgun denizin sularını var gücümle köpürterek, Kilikya kıyılarında bizleri bekleyen yeni serüvenlerin özlemiyle kürekleri hırsla kendime çekmeye devam ettim. Önceleri zorlanan kollarım, şimdi bir kelebeğin kanatları kadar hafiflemişti.

 

Bir Önceki Yazı

Bir Sonraki Bölüm