Pontus Kralı
Korsan gemisi kürekçilerle yelkenlerin uyumlu temposuyla kıyıdan uzaklaşırken bir Roma donanması ile karşılaşma riski, her geçen gün Zenon’un kaygılarını daha da artırıyor; bir an önce Kilikya kayalıklarındaki üslerine ulaşmak için sabırsızlanıyordu. Yaşlı denizci Pamfilya kıyılarını Romalılardan çok daha iyi bildiğinden, yolculuk normal koşullara göre uzun sürse bile, Roma gemilerine rastlama riskini en aza indirecek bir rota izlemesi gerektiğini biliyordu.
Bir süre sonra, uzaklarda, kıyıdan denize doğru uzanan büyük bir kaya kütlesi korsanların dikkatinden kaçamadı. Bu kayalıklar kafasını denizin içine sokmuş, beklenmeyen konuklarını ansızın avlayacakmışcasına sinsice bekleyen dev bir ejderhayı andırıyordu. Denizciler için bir nirengi noktası olan bu dev kaya, Korakesion’a yaklaştığımızın işaretini veriyordu. Zenon’un çocukluk yıllarının geçtiği bu kent, yıllar önce Kilikyalı korsanların ana üslerinden biri idi. Yıllar önce korsanların lideri Diodotos, Akdeniz’de kurmayı düşündüğü büyük bir korsan imparatorluğunu bu kentten yönetmeyi planlarken, Romalı komutan Pompeius, donanmasını Korakesion açıklarına getirmiş. Pompeius korsan gemilerinin kökünü kazımaya kararlıymış. Korsanların aralarında konuşmalarından öğrendiğim kadarıyla çocukluğunda Zenon, bu deniz savaşını kıyıdan izlemiş. Günlerce süren bu dehşetli çatışma, gökyüzünde ateşlerle başlamış ve bulutlara süzülen dumanlarla bitmiş. Zenon, babasının da katıldığı savaşın sonunda, limana dönecek korsan gemilerini heyecanla beklemiş, ne var ki, kıyıya yaklaşan savaşın galibi Roma donanması olmuş.
Sürmeli gözleriyle takip ettiği kıyı şeridinde Zenon belki de, geçmişinin izlerini arıyordu. Açıkta bekleyen iki gemi, büyük bir olasılıkla Korakesion’dan kereste yükleyip Mısır’a götüreceklerdi. Zenon kıyıya daha fazla yaklaşmanın tehlikeli olacağını düşündüğünden, gemiyi karadan uzaklaştırarak, rotasını doğuya kaydırmaya karar verdi.
Mavi yelkenlerin gerilmesiyle, kıyıdan epeyce açıldığımızda, Timon’a, Mitridat ile karşılaşmalarından sonra olanları sordum. Timon meraklı gözlerime baktı, korsanları kolaçan ederek yarım kalan öyküsüne devam etti.
“Büyük Mitridat İyonya’da bulunduğu süre boyunca kuşkucu kişiliğinden dolayı kimse ile uzun vadeli dostluklar kuramadı. Fakat bana karşı her zaman nazik ve incelikliydi. Bütün katliamlarına karşın, İyonya halkı onu gene de sevmişti. Beş yıl süre ile halktan vergi alınmayacağını bildirdi. Üstelik önceleri saygısızlıkla ihlal ettiği Artemision kutsal alanını, tapınağın bir kenarından bizzat kendisinin attığı bir okun ulaşabildiği mesafe kadar genişleterek hatasını onarmaya çalışmıştı. Onun hedefi Büyük İskender gibi doğu ve batı halklarının birliğini sağlayarak, dünyanın en büyük imparatorluğunu kurmaktı. Yeryüzünde bunu gerçekleştirebilecek kralın sadece kendisi olduğuna inanıyor, büyük emelini gerçekleştirebilmek için, karşısındaki en büyük engel olan Roma’yı mutlaka alt etmesi gerektiğini biliyordu. Doğulu halklar, İyonya ile aynı çatı altında güç birliği oluşturmalıydılar. Pers tanrısı Ormuzd ve Zeus, Pers tanrıçası Ma ve Yüce Artemis ona göre aynı tanrılardı. Ordusu her geçen gün büyürken, Romalıların İyonya topraklarındaki kudreti kayboluyordu.
Rodos ve Likya’ya yaptığı seferler sonrası, beni beraberinde Pergamon’a götürmeyi düşündüğünü söylediğinde, biraz korku ile karışıkta olsa, sevincimi gizleyememiştim. Kent kütüphanesinde çalışacağımı ve seferleri sonrası Pergamon’daki sarayına döndüğünde daha sık görüşebileceğimizi söylemişti. Üstelik, bazı konularda yapmayı tasarladığı araştırmalarda ona yardım etmemi istemişti.”
Mitridat’ın Sinope’deki sarayını Pergamon kentine taşıyarak bu kenti devletinin başkenti yaptığını duymuştum. Timon’un anlattıklarından sonra başkent olarak Küçük Asya’nın güneşi olan Efes yerine yüksek tepelerin üzerine kurulu bu kenti neden tercih ettiğine bir anlam verememiştim. Timon’a bunun nedenini sorduğumda;
“Efes Asya’nın dünyaya açıldığı bir kapıdır. Pergamon ise Doğu ve batının bütün değerlerini bünyesinde barındıran bir kültür merkezidir. Pergamon krallarını bu kette bağlayan tutkudan Mitridat gibi bir kral nasıl vazgeçer? Anlatacaklarımı dinlediğinde bunun nedenini daha iyi anlayacaksın.” dedikten sonra kaldığı yerden devam etti.
“Yağmurlu bir günde Pergamon’a gelmiştik. Ertesi gün vakit geçirmeden eşsiz kütüphanede yönetici olarak göreve başladım. İyonya’dan ve Yunan ülkesinden getirilen sayısız değerli eser arzu ettiğim an ellerimin altındaydı. Kütüphanenin salonlarında dolaşırken Pergamon kralların bıraktığı bu kıymetli hazinelerle yaşadığım için, içimdeki coşku hiçbir zaman azalmıyordu. İskenderiye’deki Mısırlı rahipleri bile kıskandıran bu kütüphane benim için saraylardan daha kıymetliydi. Krates’in İlliad üzerine yazdıklarını, Antigonos’un filozof ve sanatçı biyografilerini henüz Pergamon’a yeni geldiğim günlerde bir solukta okumuştum.
Mitridat, benden Pergamon kralı Attalos’un eserleri üzerine bir inceleme yapmamı istemişti. Zalim Attalos, araştırmaları uğruna halkına çektirdiği eziyetlerin yanı sıra, bitkilerin gücünden de yararlanarak ilaçlar yapmış, bu ilaçları kendi halkının ve mahkumların üzerinde denemişti. Mitridat’ın merakı kendisinin de geliştirmeye çalıştığı bu ilaçlar üzerinde yoğunlaşmıştı. Anlatılanlara göre, Kral, Pontus dağlarında gençliği boyunca çeşitli otlar toplayıp bir takım reçeteler keşfederek, bunları uzunca bir süre kendi üzerinde denemişti. Efes’teyken, Barbios da zaman zaman dağlara gider ve orada bazı otları birbiriyle karıştırarak elde ettiği kıvamlı sıvıları içerdi. Bütün bunlar kral ve Barbios’un aynı kişi olabileceği şüphelerimi güçlendiriyordu. Fakat önceden de söylediğim gibi, bunu krala sorma cesaretine bir türlü erişememiştim.”
Timon’un Barbios’la Kral Mitridat’ın aynı kişi olup olmadıklarını anılarını anlattığı o gün hala bilememesi beni etkilemişti. Belki de ömrünün sonuna dek bunu bilemeden yaşayacaktı. Sözlerinden yıllar sonra bile gerçeği öğrenmek istemediğini sezmiştim. Ben olsaydım ne yapardım diye düşündüm; kesinlikle Timon kadar soğuk kanlı olamazdım.
Ona, kralın başında onca dert varken sarayda bu işlerle uğraşmaya nasıl vakit bulabildiğini sorduğumda,
“Başına gelen dertlerin nedeni kralın vazgeçemediği tutkuları olduğunu bilmen gerekirdi” diyerek gülümsedi ve devam etti, “Mitridat bir çok bitkiyi ve hayvan kanlarını birbirine karıştırarak denemeler yapıyordu. Bu karışımları zaman zaman insanları üzerinde de uyguladığı da olurdu. Bir sabah erken vakitlerde saraydan gizlice çıkarılan parçalanmış cesetler görmüştüm. Önceleri bu kuşkulu duruma anlam verememiş, ancak sonradan kralı daha yakından tanıma fırsatı bulduğumda, bu korkunç adamın, savaş alanındaki dehasının yanı sıra, çok tecrübeli ve sıra dışı bir hekim olduğunu anlamıştım. Yine de, her şeye rağmen anlayamadığım gizemli bir yanı vardı. Çok iyi ve nazik bir insanken, bazen akıl almaz derecede zalim olabiliyordu. O günlerde Galatlılara yaptıklarını hiç unutamam: Galatlı birçok seçkin aileyi, kadınları ve çocukları ile sarayına davet ettikten sonra, davetteki bütün konuklarını vahşice kanlı bir şekilde öldürtmüştü. Yüreği kuşku ve kinle doluydu. İhanete ise, hiç tahammülü yoktu. Belli ki, inanılmaz zorluklarla ve acılarla dolu yaşamı onu böyle bir insan yapmıştı. Zaman zaman onun bir insan olduğundan da kuşku duyar, onunla konuşurken acımasız bir tanrı ile sohbet ettiğimi sanırdım. Onun gözlerinde merhameti sadece bir kez, Galatlı bir askeri öldürtmesi sonrası, kocasının cesedini almaya gelen zavallı bir kadına bakarken görmüştüm.”
Kralın zalimliği bilinen bir gerçekti, ama benim asıl merakım Pergamon’daki çalışmalarının nedeni idi. Merakla Timon’a “Kralın araştırmaları sadist tutkularından mı kaynaklanıyordu?” diye sorduğumda önce gözlerini lumbozlardan birine kaydırdı, başını iki yana sallayarak devam etti,
“Kütüphanedeki araştırmalarım neticesinde, Kral Attalos’un zehirli bitkiler üzerine çalıştığını ve bunları sarayın bahçesinde yetiştirdiğini öğrenmiştim. Bitkiler üzerine yazdığı eserleri ise, sonraları Roma’ya götürülmüştü. Kral, tarım ve madencilik üstüne de çalışmalar yapmıştı. Tarımla ilgili yazdıkları, uzmanlar tarafından Roma ve çeşitli eyaletlerinde kaynak olarak kullanılmaktadır. Zalim ve şaşırtıcı nitelikleri ile tanınan Attalos vasiyetnamesi ile bütün Pergamon topraklarını karşılıksız olarak Romalılara bırakmıştı. Bu vasiyetname ile Romalılar Küçük Asya topraklarına adeta davet edilmişti.
Kütüphane’de sadece kral için çalışmıyor, ilgi alanıma giren her konu ile ilgili araştırma yapma fırsatı bulabiliyordum. Sicilyalı Diodoros’tan öğrendiğim kadarıyla, İamboulos’un Güneş Ülkesi adını taşıyan bir eseri vardı. Suriyeli bir tüccar olan İamboulos, adı Fortün olan bir adada tam bir eşitlik, kardeşlik ve özgürlük ortamından bahsediyormuş. Herkes mutluluk içinde yaşar, insanlar kendi isteği ile toplumun ortak yararları için çalışırlarmış. Boş zamanlarda ise, herkesin tadabileceği zevkler varmış. Bu zevkler doğa, bilim ve sanatla ilgiliymiş. Kütüphanede çalışan diğer görevlilerden öğrendiğim kadarıyla, Pergamonlu Aristonikos bu eserden çok etkilenerek, Kral Attalos’un ve Romalıların zulmünden yılan halkı, eşitlikçi ve kimsenin köle olarak yaşamayacağı yeni bir düzenin kurulması için ayaklandırmış. Aristonikos, dağılmakta olan Pergamon Krallığı’nda yaşayan köleleri, krallığın malikanelerinde yaşayan köylüleri, halı ve parşömen işliklerinde çalışan özgür işçileri örgütlemiş. Onlara Güneş Ülkesi’ni İamboulos’un eşitlikçi toplumdaki insanları anlatmış. Öyle etkili olmuş ki, çevre kentlerle birlikte koskoca Roma’ya karşı binlerce kişilik bir ordu oluşturmuş.
İamboulos’un Güneş Ülkesi sadece İyonya’da değil, başka ülkelerdeki kölelere de esin kaynağı olmuş. Suriyeli köle Eunus, Sicilyalı köle ve paryaların ayaklanmasına önderlik ederken Fortün adasındaki Heliopolis’i düşlemiş.
Aristonikos, Romalılara karşılıksız verilen topraklarda gerçekleştireceği özgür toplum için üç yıl boyunca başarı ile direnmiş, bu başkaldırıya karşı gönderilen Crassus’u geri püskürtmüş. Çevre kentlerdeki köleler de bu direnişe özveri ile destek vermiş. Aristonikos, dönemin önemli liman kentlerinden Leukai’yi üs olarak kullanmış, bu kentin insanları da Aristonikos’un özlemlerine ortak olup Romalılara karşı savaşmışlar. Buna karşılık Smyrnalılar, Roma ile iyi geçinmek pahasına başkaldırılara destek vermemişler. Ancak, Anadolu halklarını bir araya getiren bu başkaldırıya en büyük darbeyi bizim Efesliler vurmuş. Romalılar, Efeslilerin yardımıyla, Kyme açıklarında bir deniz savaşında Aristonikos’u yenmeyi başarmışlar. Aristonikos Romalılar karşısında kesin bir yenilgiye daha uğramış ve savaş tutsağı olarak Roma’ya götürülerek, orada idam edilmiş. Direniş sonrası Pergamon Krallığı büsbütün parçalanmış ve Pontus’tan Akdeniz’e uzanan geniş topraklar Romalıların eline geçmiş.”
Bütün bu anlatılanlardan, Aristonikos ve Spartaküs’ün ve diğer köle başkaldırıların yazgısının hep aynı olduğunu görüyordum. Oysa yine de, insanlar zalim uluslara karşı başkaldırmaktan hiçbir koşulda vazgeçmiyorlardı.
Timon bir şeyler sormamı beklercesine bir süre yüzüme baktı ve sözlerine kaldığı yerden devam etti, “Önceleri Mitridat İyon halkları için Aristonikos’un başaramadıklarını gerçekleştirmişti. Ancak o, Pergamon’daki Aristonikos’un ayaklanmasına neden olan Attalos kadar da zalim bir kraldı. Günlerim Attalos’un mahkumlar üzerinde denediği ilaçların reçetelerini araştırmakla geçiyordu. Zaman zaman kralla bir araya geldiğimizde, ona araştırmalarımın sonuçlarını aktarıyordum. Kral reçeteleri alıp, inceledikten sonra kendi bulguları ile karşılaştırıyor, o siyasi karmaşalar, savaşlar ve yoğun işleri arasında, bazen sabahlara kadar reçetelerle ilgili çalıştığı oluyordu. Bunlarla neden bu derece ilgilendiğini bir türlü anlayamıyordum. Zaman zaman zincire vurulmuş mahkumlar gizlice zindanlardan çıkarılıyor, saraya getiriliyordu. Ancak sadece bunlardan bir kaçı zindana geri dönebiliyordu.
Önceleri beş altı çeşit bitkiyi karıştırarak yaptığı denemeler, artık otuza yakın malzemenin karışımıyla yapılıyor, bunlara çeşitli otlar, bitki tohumları ile hayvan kanları ekleyerek, uzun uğraşla hazırlanan ilaçlar elde ediliyordu. Kral uzun süren araştırmaları sonrası mahkumlar üzerinde başarı elde ettiği karışımları kendi üzerinde de deniyordu. Son zamanlarda, benimle sadece siyasi konular üzerinde konuşuyor, bir gün Roma’ya gireceğinden, doğunun ve batının hakimi olacağından söz ediyordu. Kullandığı ilaçlardan hiç söz etmiyor, bu konuların bahsini açtığımda da, sözü başka konulara getirerek konuyu değiştiriyordu. Kralın bu gizemli tutumu benim merakımı daha da arttırıyordu.
Günler geçiyor, Kralın orduları karşısında yenik düşen Romalı komutanların arkasından yenileri gönderiliyor, savaşlar hiç bitmiyordu. Bir sabah uyandığımda Pontuslu askerlerin apar topar kenti terkettiğini gördüm. Kral atına binmiş, komutanlarına emirler veriyordu. Yüzünde gergin bir ifade vardı. Kent meydanında toplanan askerler başlarında kralları ile kent dışına çıkıyorlardı. Bu kralı son görüşümdü; bir daha hiç dönmedi. Dardanos’ta Romalı komutan Sulla ile yenilgi sonrası ağır koşulları olan bir anlaşma yaptığını biliyordum. Fakat sonraları uzun yıllar Kapodokya’da, Kilikya’da ve Pontus’ta Romalılara zor günler yaşattığını öğrenmiştim. Artık kesin bir Roma egemenliği başlamıştı İyonya’da. Yeni gelenler, adeta eskiden olanların intikamını alıyordu. Vergiler eskisine göre kat kat daha artmıştı. Kentler Roma baskısı altında inliyordu. Ülke tanınmaz hale gelmiş, kralın yaptıkları halka ödetiliyordu.
Ben bir süre daha Pergamon’da kaldım. Kütüphanede kralın araştırdığı konularla ilgili çalışmalarıma gizlice devam ettim. Romalılar kütüphanedeki görevime devam etmem konusunda hiçbir sakınca görmemişlerdi. Kısa sürede Romalılarla da iyi ilişkiler kurdum. Kentin valisi ve komutanlar beni seviyordu, üstelik Roma vatandaşı olma hakkını da elde etmiştim…”
Anlatılanlardan Mitridat’ın, bir sırrı olduğu sonucunu çıkarmıştım. Ancak Timon’un söylemek istemediği bu sır, belli ki, kralın uzun ve çalkantılı ömrü boyunca peşine düştüğü en önemli şeydi. Kralın sarayda ve kütüphanede yaptığı çalışmaların amacı ne olabilirdi? Timon bu sırrı mutlaka biliyordu; ne var ki asla söylemeyecekti.