sidon02

Sidon; Bahçıvanın Kenti 

Gemi bir süre yolcuların kıyıdan yaklaşan sandallara inmesini bekledikten sonra yelkenleri açılarak sahilden uzaklaştı. Tanrıça, denizin ardına gizlenen güneş tanrısını kendi karanlığına çekerken, yelkenleri şişiren rüzgarın etkisiyle hızla güneye doğru yöneldik. Mürettebat bir an önce Sidon’a ulaşmak için aceleci davranıyordu. Bense, Ksantos felaketi öncesindeki gibi arkadaşımı son kez yolcu ettiğim limandan gözlerimi hala alamıyordum. O, limanı ve yolcularını asla unutmayacaktım. Moles, arkadaşlarını ve ailelerini gemiden inerken, yavrularını koruyan yırtıcı bir kuş gibi güçlü ve mağrurdu. Onun içindeki yoğun enerji, tahmin edemeyeceğim bilinmez bir yöne akıyordu.  Bundan böyle ne zaman Moles’i düşünsem, gün kararırken uzaklaştığı o liman kentini anımsayacaktım.

İskenderiye’deki son günlerinin yorgunluğu ve rüzgarlı deniz yolculuğu, beni gün boyunca yeterince hırpalamıştı. Gün karanlığa gömülmeden ağırlaşan gözlerim  kapandı.

Binlerce insan koşar adımlarla deniz kıyısına yaklaşıyordu. Günlerdir çölde yürümüşlerdi. Yorgun ve bitkindiler. Rengarenk bir bulut, kara parçasının üzerinden denize doğru akıyordu. Yaşlılar, kadınlar ve çocuklar. Bazıları bu zorlu yolculuğa dayanamayıp vazgeçiyorlardı. Kalabalığın içindeki genç adamlar onların durmalarına izin vermiyor, ayağa kaldırıp tekrar koşmalarına yardım ediyorlardı. Arkalarından dağ gibi bir ordu geliyordu. Dört nala gelen atlılar kıyıya ulaştıklarında, kaçışan yığınların hakkından geleceklerinden o kadar eminlerdi ki, atlarına daha da fazla eziyet ederek, onlara bir an önce yaklaşma eğiliminde bile değildiler. Nasıl olsa bu zavallı insanları  kolaylıkla yakalayabileceklerdi.

Ansızın bir bulut beliriverdi bu iki insan yığını arasına. Arkadaki askerler, önde kaçışan halk yığınlarını göremez olmuşlardı. Onların okları bu yoğun buluta çarpıyor ve geri dönüyordu. Ama yine de, atlılar kararlıydılar; bulutları da yarıp kıyıda çaresizce ölümü bekleyen halkı perişan edeceklerdi. İnsanların ellerindeki asalardan başka savaşacak mızrakları dahi yoktu. Birden siyah uzun dalgalı saçlı genç bir adam kendini denize attı. Suları yararak açık denize doğru koşmaya başladı. Bütün halk, yorgunluğunu ve yılgınlığını unutmuş, ürkek bakışlarla bu genç adamı izliyorlardı. Yaşlı bir kadın “Zavallı, delirmiş galiba!” dedi. Adamın bu çaresiz çırpınışları onları bir kat daha üzdü.

İçlerinden biri geri dönmeyi ve askerlere teslim olmayı önerdi.; halk kararsızdı. Başlarını çevirdiler, boğazına kadar suya batmış, kararlı genç adamın boğulmasını bekliyorlardı. O anda hiç görülmemiş, inanılmaz bir şey oldu. Deniz birden açılıverdi. Genç adam koştukça sular yarılıyor, derin denizin ortasında kupkuru bir koridor oluşuyordu. Tabanı pırıl pırıl kumlarla kaplı olan koridoru dalgalar aşıp, köpüklü sularıyla dolduramıyordu. Bu mucize karşısında kıyıda cesaret toplayan halk yığınları, genç adamın arkasından denize doğru koştu. Denizin içinde yeni yarıklar, yeni koridorlar oluştu. Halk açılan bu koridorlardan umutla koşarken, şarkılar söyleyerek coşuyordu. Kıyıya henüz gelen askerler ise, neredeyse şaşkınlıktan dillerini yutacaklardı. Onlar, halkın arkasından bu koridorlara girmeye cesaret edemiyorlardı. Kitleler denizin öte yakasına geçerken denizin üstünde askerlerin tanrısı beliriverdi. Onlara koşmalarını, bu koridorlardan geçebileceklerini söyledi. Askerler coşku ile şahlandırdılar atlarını. Kıyıdan yığınlar halinde denize girdiler. Kovaladıkları insanlar gibi karşı kıyılara geçebileceklerini düşündüler. Oysa tanrıları onları aldatmıştı: Deniz kapanıverdi; bütün askerler boğularak öldü.

En önde koşan genç adam halkı yararak geriye dündü; yaşlıları ve çocukları ayağa kaldırıp, tekrar koşmaları için yüreklendirdi. Başımı çevirip son kez geriye baktığımda, genç adamı tanıdım. Adam denize doğru koşmaya devam ederken arkasından bakakaldım: “KoşMoles koş!” diye mııldandım.

Bir gün önce denize gömülen kızıllık, bu kez Fenike kıyılarından beliriyordu. Mısır ülkesi çok uzaklarda kalmıştı. Sahilden fazla açılamadığımız için ay ışığında kıyıdaki Suriye gemilerini görebiliyordum. Gece bu sahillerde seyreden başka gemilere de rastlamak mümkündü. Gemiler, gemiler, gemiler… Denizciler, yolcular, kürek mahkumları, tüccarlar ve köleler… Gemilerin yükü sadece bunların yanlarında taşıdıkları eşyalar ve mallar değildi. Umutları ve umutsuzlukları ile yeni hayatlara götürülen hayalleri de taşıyorlardı.

Kıyıdan iki martı süzülerek gemiye yaklaştı. Kızıllığın içinden gelen bu kuşların Apollon’un elçileri olabileceklerini aklımdan geçirdim. Bakır rengi kanatları pırıl pırıldılar. Geminin üzerinde birkaç tur attıktan sonra tekrar gökyüzüne yükseldiler. Kuşlardan biri epeyce yükseklerde süzüldükten sonra geri döndü ve geminin kıç tarafına kondu. Başını kaldırdı; bir süre diğer arkadaşını aradı. Gökyüzündeki pembe bir bulut kümesine dalan diğer kuş ise, çoktan gözden kaybolmuştu. Martı ile birlikte bu uçarı kuşu sabırla bekledim: Kuş geri dönmedi. Gemideki martı huzursuz sesler çıkarmaya başladı. Hiç kıpırdamadan uzunca bir süre daha sabırla bekledi. Sonunda  dostunun dönmeyeceğini düşünüp, umudunu kesti. Bacaklarının üstünde yaylanarak havalandı; kanatlarını sahilde oynaşan diğer martılara doğru çırptı. Hala bulutlara bakıyordum; uçarı martıdan ümidimi kesmemiş, en azından bir kez daha görebileceğimi umuyordum. Gün aydınlandıkça bulutların kızıllığı kayboluyor, martı gizlendiği bulutların içinden bir türlü çıkmıyordu.

Ansızın bir ok gibi bulutları yararak ortaya çıktı. Çevik bir hareketle yönünü batıya çevirdi ve bu kez daha da yükseklere çıkarak, maviliğin içinde bu kez büsbütün kayboldu.

Gemi, Doğu Akdeniz’in önemli deniz kapılarından biri olan Sidon limanına yaklaşıyordu. Uzaktan dev sedir ağaçlarının gölgesinde yemyeşil bir kent bizi bekliyordu. Akdeniz’in en işlek limanlarından birine sahip olan kentin kıyısında o kadar çok gemi vardı ki, gemimiz demir atmakta epeyce zorlandı. Bu şirin kentte bir gün konaklayacaktık. Gemiden Straton’un Kulesi’ne göre, daha kalabalık bir yolcu grubu karaya çıktı. Sonra gemiye Roma’ya götürülmek üzere camdan yapılmış yeni mallar yüklenmeye başladı.

Kenti gezmek için limana çıktığımda insan sesleri, martı çığlıklarına karışıyordu. Yıllar önce, Büyük İskender’in bir bahçıvanı kente kral yapmasıyla, kentin görünümü oldukça değişmişti. Kentin sokaklarına amaçsızca daldım. İki katlı özenle yapılmış binaların arasından geçerken bahçelerden rüzgarın savurduğu çiçek kokularını içime çektim. Sahildeki kalabalığın gürültüsü yerini, kentin sokaklarında tam bir sessizliğe ve dinginliğe bırakmıştı. Sidon’un bu derece güzel olması beni adeta büyülemişti. Sanki burası çöl ortasında özenle kurulmuş bir vaha idi.

Kentin sokaklarında gezerken, bir an Ksanthos’ta olduğumu düşündüm. Bu kentin güzelliği ve yazgısı Likya başkentine o kadar benziyordu ki, kendimi bu duygudan uzaklaştıramıyordum. Aslında, İskenderiye Kütüphanesi’nde okuduklarımdan bu kenti yakından tanıyordum. Yıllar önce kent, zalim Pers krallarından birine karşı ölümüne direnmişti. Halk özgürlükleri için koca imparatorluğa başkaldırmış; Pers orduları ve donanmaları şehri kuşatınca, kentin kapılarını kapatmışlar ve teslim olmaktansa topluca kendilerini alevlerin içinde yanmaya mahkum etmişlerdi. Her şeye karşın, acıların üstüne yeni bir kentin kurulması ve yaşatılması beni hüzünlendirmişti. Belki de, Ksanthos’ta da yeni bir kent kurulmuştu. Ne var ki, hiçbir zaman ülkeme dönmeyecektim; benim için bütün güzellikleriyle vatanım yok olmuştu. Yeni kent hiçbir zaman benim Ksanthos’um olmayacaktı. Bu kent de, mutlaka eski Sidon değildi.

Günbatımı ile limana döndüğümde, gemide ertesi gün için bütün hazırlıkların tamamlandığını gördüm.  Sahilde oturdum ve sakin denizin üzerinde yavaşyavaş sulara gömülmekte olan güneşin son çırpınışlarını seyrettim.