Ksanthos Vadisi
Gün doğmadan vadide şafak korosu başlardı. Hep bir ağızdan sabah şarkılarını söyleyen serçeler baykuşların bütün gece süren saltanatını sona erdirirken, henüz vadiye yeni gelen göçmen kuşlar geleneksel koraya yeni bir ahenk katardı. Sesler öylesine yayılırdı ki, toprak ananın üzerindeki bütün canlılar uyanırdı. Arılar çiçekten çiçeğe telaşlı uçuşlarına başladığında yeşil gitgide ortalığı aydınlatan gün ışığında rengine yeniden kavuşurdu. Kırmızı, mor ve sarı benekli yeşil giysisine henüz bir kaç gün önce bürünen vadi, yamaçlarından duyulan cıvıl cıvıl kuş sesleriyle yeniden doğuşun müjdecisiydi.
Gün ağarırken Ksanthos’un gümüş sarısı sularının coşkun akışını hiç unutmadım. Tanrıça Leto’nunAraksa’da Artemis ve Apollon’u tek başına acılar içinde doğururken, acıdan tırnakları ile kazıdığı kayalardan fışkıran kutsal sular, o gün bu gün Likya’yı bir baştan diğerine dolaşır durmaksızın. Likya’da ilkyazın heyecanı, tanrılarının doğumu ve çileli Leto’nun acılarının son bulduğu günlerin yıldönümü olduğundandı. Kış aylarının sıkıcı ve soğuk günlerinden sonra, ilkyazın gelişi, yeryüzünü terk eden tanrıların da vadiye geri dönüşüydü.
Vadide kuşların kutlama törenleriyle başlayan yeni gün, biraz geç de olsa Likya başkentinde, kapı gıcırtıları ve sokaklarda her geçen zaman artan ayak ve tekerlek sesleri ile başlardı. Bu aylarda henüz erken olmasına rağmen, Ksanthos’ta yaşayanları yaylalara göç telaşı sarardı. Halkın çoğunluğu yaz aylarını kentten uzaklarda, Arsada yaylalarında geçirdikten sonra yaz sonu geri dönerdi.
Bir türlü anlamazdım bu yaz göçlerini; Ksanthos da bütün yaz rüzgarlı ve serin değil miydi zaten. Ksanthos’ta göremediğim sedir ve ardıç ağaçlarını özlerdim ama, ne gerek vardı güzel kenti bunlar için her yaz terk etmeye. Aile büyüklerinin ısrarla beni de götürmek istemelerinden çok sıkılır, Ksanthos’tan uzaklaşınca kötü şeyler olacağını düşünürdüm. Üstelik ırmağın serin sularında yıkanmak da en az yayladaki pınar kadar keyifliydi.
Kentin yamaçlarında yıllarca önce inşa edilmiş evlerden birinde yaşardık. Ksanthos’un yerlileri olan bizler kendi aramızda genellikle Helence yerine, yerli dillerini konuşurduk. Diğer semtlerde oturanlar Likya başkentine sonradan yerleşmiş Persler, Grekler, İyonyalılar ve civar kentlerden gelen tüccarlardı. Girit kökenli Termiller kentte sonradan gelen halklarla barış içinde yaşar, onlara karşı da herhangi bir düşmanlık beslemezlerdi. Ancak yine de kendi dilimizde konuşmaktan, Helen tarzında yapılmış yeni taş evlerin yerine küçük tahta evlerimizde diğerlerinden farklı bir yaşamı sürdürmekten vazgeçmezdik. Çocukluğum böyle bir evde geçti. Evimiz kent merkezine yakın olduğu halde diğerleri gibi gösterişli ve büyük bir ev değildi. Ariana bize yakın bir evde otururdu. Coşkun kahkahalarını ve gülümserken ateş saçan sıcak gözlerini hala unutamam. Çocukluk aşkları bir türlü unutulamıyor. O, diğer kızlara hiç benzemezdi. Ksanthos’tan ayrılmadan önce vadide at sırtında koşuştururken sadece beni değil, erkek kardeşlerini bile kıskandırmıştı. Irmak kıyısındaki kaçamak gezilerimizdeki Moles ve Ariana hayalimde ilk gençliklerindeki gibi hala canlıdırlar.
En yakın arkadaşım olan Moles’i kentte aşağı yukarı herkes tanırdı. Yıllardır ticaretle uğraşan babasının Akdeniz kıyılarında gitmediği ülke kalmamıştı. Bu nedenle Ksanthos’ta çok seyrek gözükürdü. Moles genç yaşına karşın, babasının seyahatte olduğu uzun dönemlerde, işlerin çoğunu kendisi yürütürdü. Babası ülkeye döndüğünde, genellikle işleri gereği Likya’nın liman kenti Patara’da kalırdı.
Helence okumayı ve yazmayı Moles’ten öğrenmiştim. Bir keresinde babasının Ksanthos’a getirdiği papirüs rulolarından Homeros’un İlliad’ını vadide büyük bir meşe ağacının altında birlikte okumuştuk. Bir kaç kez babası ile Patara’ya giden Moles, limandaki gemileri görme fırsatını elde etmiş; bana Patara’yı ve babasının ona bahsettiği macera dolu yolculuklarını ayrıntılarıyla anlatırdı.
Bir seferinde, Moles, ben ve Ariana surlara yaslanıp konuşurken, Moles eskiden deniz yolculuklarının çok zor ve tehlikeli olduğunu söylemişti. Korsanların çoğu zaman gemilere saldırıp yağmaladıklarını, babasının mimikleri ve el hareketleriyle anlatmıştı. Oympos’un kuytu koylarında gizlenen korsanların denizcileri ve tüccarları nasıl acımasızca öldürdüklerini ve boyunlarından zincirleyerek esir aldıklarını, dedesinin onların yüzünden kutsal topraklarına gidemeden ölümünü anlatırken gözleri dolmuştu. Romalıların Akdeniz’de üstünlük kurması Moles’i mutlu etmişti. Ona göre artık Patara limanına uğrayan gemiler çok uzak ülkelere, Efes’e de, İskenderiye’ye de gidebiliyordu. Romalılar, başka bir tanrıya inanan Yahudileri pek sevmezlerdi. Bütün bunları bildiği halde Moles’in Romalılara duyduğu hayranlık, benim hoşuma gitmezdi. O hiçbir zaman Likya’nın özgür bir ülke olmasını önemsemez, Ksanthos’ta yaşamaksa, Efes gibi büyük bir ticaret kentinde yaşamayı tercih edebileceğini söylerdi. Bir Likya aşığı olan ArianaMoles’in görüşlerine şiddetle karşı koyardı. Oysa, Moles’in anlattığı uzak ülke insanlarının öyküleri beni yaşadıklarımdan farklı bir düş dünyasına taşır, kendimi o diyarlarda yaşamış gibi hissederdim. Her şeye karşın, Moles düş dünyamı zenginleştirebilen yegane dostumdu.
Doğduğumda, Termiller arasında dilden dile dolaşan bir efsaneden esinlenerek, bana İkarus adını koyduğunda, babam yazgımın ona benzeyeceğini tahmin bile edemezdi;
Efsaneye göre Daidalos, tanrıları kıskandıracak kadar yetenekli ve becerikli bir heykeltıraşmış. Yıllar yılı kent kent dolaşır, birbirinden güzel kral mezarları yaparmış. Bu mezarlar artık öylesine meşhur olmuş ki, mezarlar sahipleri kralların adı ile değil Daidalos’un adı ile anılır olmuşlar. Kayaları oyarak ev biçiminde mezarlar yapan Daidalos oğlu İkarus ile birlikle yaşarmış. İkarus küçüklüğünden beri babası ile kentleri dolaşırmış. Küçük yaşına rağmen bir çok kral, soylu ve köle tanımış. Fakat o babası gibi ünlü bir heykeltıraş olmaya heves etmemiş. Onun bütün hayali uzak diyarlar görmek, başka ülkelerin dolaşır, pınarlardan su içermiş. Çiçeklerin, ağaçların, taşların öykülerini dinler, anlatırmış dostlarına. Saatlerce ormanın sesini dinlermiş. Gün batarken uzanıp tutmak istermiş kıpkızıl güneşi. O kadar bilge bir insan olmuş ki, herkes ona sorarmış tanrı ve doğa ile ilgili meseleleri.
İkarus sık sıkşahin avına çıkarmış. Okla şahinleri avlar, kafalarını kopartır, kızartarak yermiş. Bu şekilde avını kendi içinde yaşatırmış. Amacı hep bir şahin gibi uçmak, çok uzak diyarlara gitmek imiş. Bir gün babasına avladığı bir şahinin başını ve kanatlarını getirmiş. Babasından ona bir çift kanat yapması için yalvarmış. Babası ise ne kadar dil dökse de, bir türlü oğlunu bu sevdadan vazgeçirememiş. Sonunda razı olmuş yaşlı usta. Ona bir çift kanat yapmaya karar vermiş. Oğlunun getirdiği şahin, atmaca ve kartal kanatlarını büyüklüklerine ve boylarına göre ayrı ayrı dizmiş, balmumu ve çamsakızı kullanarak onları iple birbirine bağlamış. Daha sonra oğlunu yalnız bırakmamak için aynı kanatlardan bir çift de kendisine yapmış.
Bir sabah gün doğarken baba oğul birlikle uçmak için deniz kenarında bir uçurumun önüne gelmişler. İkarus güneşe uçacağı için çok heyecanlı imiş. Babası oğluna fazla alçaktan ve yüksekten uçmaması için öğütler vermiş. Çünkü fazla alçaktan uçarsa, tuzlu deniz suyu ile ağırlaşacağını, fazla yüksekten uçarsa da, yükseklerde kızgın güneşin onu yakacağını söylemiş. İkarus babasının söylediklerini dinlemiş dinlemesine ama uçma heyecanı ile tam olarak ne dediğini anlayamamış. Birlikte uçurumdan kendilerini boşluğa bırakmışlar. Akdeniz’in ışıltılı mavi suları üzerinde göğe doğru süzülürken, İkarus babasını alçaklarda bırakmış ve tek başına yukarılara doğru uçmaya başlamış. Babası ne kadar bağırsa da yalvarsa da sesini duyuramamış oğluna. İkarus yukarılarda bulutların üzerine çıkmış, yeryüzü görünmez olmuş. Daha da yukarıya, güneşe ulaşmak için kanatlarını daha sık çırpmaya başlamış. Gökyüzünde Tanrı Apollon’un arabasının nal seslerini duymuş ve çok sevinmiş. Heyecana kapılıp güneşi de aşmak sonsuzluğa uzanmak istemiş. Ancak güneşe dayanamayan kanatları erimeye başlamış. Tanrıya ve güneşe ulaşmanın coşkusuyla eriyen kanatlarını çıkarıp tanrıya doğru atmış. Tanrının başındaki defne yaprağından çelengi sarsılmış. Tanrıya az ya da çok, küçük ya da büyük yaratışlarla, güneşe, aydınlığa ulaşmaya çalışan sanatçılara adıyorum diye haykırmış. Kanatları olmayan İkarus Akdeniz’in mavi sularına hızla düşüp, maviliklerle buluşmuş.
Babası Daidalos acı içinde oğlunun güneşe gitmesini seyretmiş. Akdeniz’in uzak adalarına kadar alçaklardan oğlunu izlemiş ama onu bir daha hiç görememiş. Her sabah gün doğumunu beklermişDaidalos güneşe ulaşan oğlunu görebilmek için. Yaşamının kalan kısmını güneşe uçmak isteyenlere adamış. O günden beri Likyalılar güneşe daha yakın olmak için mezarlarını hep yükseklere yaptırmışlar.
Babam gibi iyi bir yontucu olmayı isterdim; Her gün ona yardım ederken, yeni bir şeyler öğrenmeye gayret eder, çekiç darbelerindeki en ince ayrıntıyı bile özenle izlerdim. Aslında ben, efsanedeki İkarus’u değil, sanatçı babasını sevmiştim. Önemli olan güneşe uçmak değil, güneşe kadar uçurabilecek kanatlar yapmaktı. Çocukluğumdan beri eski sanatçıların eserlerini dikkatle incelerdim. Yamaçlardaki evimizden kent merkezine ulaştığımda, anıt mezarlarının yakınındaki kırmızı ve maviye boyalı Su Perileri Anıtı’nın ayrıntılarında kaybolurdum. Yaklaşık dört yüz yıldan fazla bir süre önce yapılmış olan bu anıt benim için Ksanthos’un en önemli yapıtlardan biriydi. Mezar anıtının üzerinde kabartmalarda kral ve çocuklarının figürleri ve kral ailesine armağanlar sunan küçük kadınlar beni başka dünyalara götürür, oralarda yaşadığımı hissederdim. Kentin giriş kapısının yakınlarındaki anıta bir solukta koşarak gider, kaidenin alt kısmındaki savaş sahnelerini her defasında bıkmadan seyrederdim. Çocukluğumda birkaç kez sütunlara tırmanmış, peri heykellerine dokunmaya çalışmıştım. On iki ayrı heykeli kendim yapmış gibi bütün ayrıntıları ile bilirdim. Bu anıtın yakınında olmak sihirli bir şeydi benim için. Resimlerdeki savaşa dalar, babam seslenene kadar gözlerimi onlardan ayıramazdım.
Çekiç darbelerinde gelen farklı seslerin benim için ayrı ayrı anlamları vardı. Babam çalışırken duyduğum ritmik seslerden, görmeden onun işinde ne aşamada olduğunu tahmin edebilirdim. Babam bu eserleri kendisinin yaratmadığını, onun sadece taşın içinde tanrıçanın gizlediği büyüyü açığa çıkardığını söylerdi. Ona göre, iyi bir yontucu, aynı zamanda iyi bir bilgin olmalı, başkalarının göremediklerini görebilmeli, duyamadıklarını duyabilmeliydi. Ölümlü bir sanatçı ancak dağları, ırmakları, ovaları insanları ve tanrısal olan her şeyi anlayabilirse, o zaman eserine ruh verebileceğini söylerdi. Ksanthos’un önemli anıtları işte böyle kişiler tarafından yapılmıştı. Tanrısal yeteneğin beceriye dönüşmesi için emek gerekiyordu. Bende efsanedeki İkarus gibi yeryüzünü, gökyüzünü ve bütün evreni tanımak istiyordum.
Günbatımında Güneş Tanrı henüz dağların ardından kaybolmamışken, Moles’le kıvrılarak köpüklü sularını çok uzak diyarlardan vadiye taşıyan kutsal Ksanthos’u seyre koyulurduk. Çocukluğumdan beri kutsal ırmağın kıyılarında, akşamları daldan dala gezindiği söylenen su perilerini merak eder, bir gün ırmaktan süzülüp, kentin yamaçlarına dek geleceklerini hayal ederdim. Yüzlerce kez seyrine doyamadığım Ksanthos vadisinden başka hiçbir yere gitmemiştim. Oysa, gidip görmek istediğim o kadar çok ülke vardı ki! Kutsal Ksanthos’un kıyılarında gezinirken, hayalimde ırmağın coşkun sularına kapılıp, onunla birlikte başka ülkelere giderdim.
Ana tanrıçalarının bize korumamız için emanet ettiği bu kutsal topraklar, Likya’nın yerlileri olan diğer Termiller için vazgeçilmezdi. Bunları kaybetmeyi hiçbir koşulda kabul edemezdik. Yaşadığımız kent, ağaçlar, topraklar, su ve bütün canlılar, onlar için kutsal emanetlerdi. Atalarımız başka kavimlerin istilalarına her seferinde ölümüne direnmişler, kentin her kuşatılışında, ölümü tutsak yaşamaya tercih etmişlerdi. Yüzlerce yıl önce güneşin doğduğu uzak ülkeden gelen Perslere karşı Küçük Asya’da sadece omuzlarında keçi postları, başlarında da kuş tüylü şapkalarıyla Ksanthoslu savaşçılar direnmişlerdi. Göğüs ve baldırları ise tamamen zırhlarla kaplı savaşçılar kanatsız oklarıyla Pers ordularına aman vermemişlerdi. Kentin inanılmaz direnişi karşısında şaşkınlığını gizleyemeyen Persli komutan Harpagos, ne yazık ki sonunda bütün vadiyi ele geçirerek Ksanthosluları ağır bir yenilgiye uğratmıştı. Kentin düşeceğini anlayan atalarımız, bütün varını yoğunu yüksek bir tepede toplayıp, her şeyi ateşe vererek ölümüne savaşmaya devam etmişlerdi.
Ne var ki, felaket sonrası kent halkından canlı cansız hiçbir şey kalmamıştı; onlar Perslere köle olarak yaşamaktansa ölmeyi tercih etmişlerdi. Sıcak yaz aylarını yaylada geçiren halkın bir bölümü kente döndüklerinde, geride kalanlardan küçücük bir iz bile bulamamışlardı. Persler, bütün çabalarına karşın bu ölü kent üzerinde bir üstünlük kuramamışlardı. Yıllar sonra kalıntıların üzerinde muhteşem bir kent yeniden kurulmuştu. Esarete ölümüne direnen halkımızın özgürlük tutkusu hiç unutulmamış ve yüzlerce yıl dilden dile dolaşmıştı.
Yeşil gitgide koyulaşıp, Güneş dağların ardında kaybolurken, Irmak tanrının ışıldayan sarı suları yavaşyavaş kararır, geceye ay ışığı hakim olurdu. Gece.. Tıpkı Tanrıça Leto’nun rahmi gibi önceldi ve Likya’daki bütün anaların karanlık döl yataklarında ışığı bekleyen bebekler gibi biz Likyalılar için karanlığından ışığı doğururdu her seferinde.
Tapınakların ve görkemli anıtların kenti Ksanthos Ana tanrıçanın karanlığına gömülürken, vadide, gecenin bekçisi baykuş hariç diğer yırtıcı hayvanlar suskun olurdu. Korkunç çığlıkları ile baykuş bütün geceyi av ormanda peşinde geçirirdi. Çığlıkların yankılarından kaçan gece böcekleri av olmamak için, yırtıcı kuşla karanlıkta saklambaç oynarlardı. Yeniden gün doğduğunda, keskin bakışlı baykuş ormandaki kuytu dallarının arasındaki yuvasında gözlerini kapamadan geceyi beklerdi.
Ksanthos’un o huzur dolu günlerinde, uzaklarda, Romalı bir komutanın ilk gençliğimim mutlu günlerini bana çok gördüğünü nereden bilebilirdim ki?