Halikarnassos; Sonsuz Aşk
Helios’un dağıttığı ışıklar, tapınaklarının bembeyaz sütunlarından yansıyarak Knidos limanında sabah hazırlıklarını yapan denizcilerin gözlerini alıyordu. Kocaman gemilerin arasından yavaşça limandan sıyrılıp, uzaklaşan küçük gemimizi Knidoslu denizciler bile fark edememişti. Surlarla çevrili koyun her iki yanındaki mendireklerin ucundaki dev aslan heykelleri, küçücük geminin üzerine atlayıp parçalayacakmışçasına saldırı öncesinin sabırlı bekleyişindeydiler. “Kybele’nin aslanları” diye fısıldadım. Toprağın tanrıçası Kybele’nin aslanları. Denizciler, Kybele’nin gazabına uğramamak için denizlerdeydiler; Attis gibi, ormanlarda akıllarını kaybedip, çıldırmamak için. Denizin köpüklü sularında doğan Afrodit’ti onların tanrıçası.
Gemi, aslanlara aldırmadan koyun çıkışından açık denize doğru süzüldü. Uzaklardan kente son kez baktığımda, yamaçların üzerinde yeni denizcileri bekleyen Afrodit’in tapınağını son kez gördüm. Başımı kaldırdım; gökyüzünü inceledim: Bembeyaz bulutlar Tanrıçanın saçları gibi dört bir yana lif lif dağılmış, kıyıdaki tepelerin üzerine doğru bukleler oluşturarak iniyorlardı. Sakin ve iyi bir havanın habercisi olan bu bulut kümeleri içimi rahatlattı. Bulutların arasında kaybolan güneş, fırsatını bulup da, küçücük bir delikten sapsarı saçlarıyla tekrar gemiyi yakaladığında, gökyüzündeki tahtına çoktan kurulmuştu. Bir süre karaya paralel seyreden küçük gemi, kuzeye doğru, uçsuz bucaksız körfezin bir ucundan diğerine yönelirken, denizciler bir balıkçının yaşamını anlatan neşeli bir türküye başladılar. Kos adasının yeşil kıyıları ve kentin irili ufaklı yapılarının uzaktan belirmesiyle, bu kısa yolculuğun bitmek üzere olduğunu sanarak yanılmıştım. Gemi düşündüğümün aksine bu kıyılara yaklaşmamış, kuzeye, ana karaya doğru yönelmişti.
Hafif bir meltem esintisi yüzümü okşarken, körfezin masmavi suları yeşilimtırak bir renge dönüşmüştü. Nihayet Halikarnassos kenti uzaklardan seçilebiliyordum. Sanki bütün kent halkı körfezin çevresinde bir anfitiyatro oluşturmuş, bu küçücük geminin gelişini izliyorlardı. Kente yaklaştığımızda sağ tarafta dalgaların duvarlarını dövdüğü büyük saray, karşı kıyıdaki tepelerde birbiri ardı sıra uzanan tapınaklar bizi olağan seremonileriyle karşıladılar. Mausoleon, limana yakın olan agoranın arkasında, Olympos tanrılara isyan edercesine kentin tam orta yerinden yükselirken, görkemli görünümü ile çevresindeki bütün kutsal yapılara meydan okuyordu.
Küçük yelkenlinin körfezde bekleyen onlarca donanma gemisinin arasından sıyrılıp demir atması, Halikarnassos limanda da, Knidos’ta olduğu gibi kimsenin ilgisini çekmemişti. Tüccarlar gemideki şarap anforalarını indirtirken, daha dikkatli olmaları için sık sık aceleci köleleri uyarıyorlardı. Becerikli kölelerse, işlerini bir an önce bitirip, efendilerini memnun etmek için hızlı koşuşturmalarla devam ediyorlardı.
Büyük agora alanını baştan sona bir kaç kez gezdikten sonra, yürüyerek, sarayın arka tarafına ulaştım. Burada hiç beklemediğim bir manzara ile karşı karşıyaydım: Geniş koy boyunca uzanan şahane bir kumsal sarayın arkasına gizlenmiş, sanki hiç kimseye görünmek istemiyordu. Kent merkezine ulaşmak için dar sokaklardan kentin içlerine doğru yürüdüm. Sarmaşıkların arkasındaki pencerelerinden çiçekleri sarkan iki katlı küçücük evlerin önünden geçerken, sokakta bağrışarak koşuşturan Karyalı çocukların neşeli oyunlarını seyrettim.
Sokak aralarından kurtulup, kent meydanına ulaştığımda beni yeni bir sürpriz bekliyordu: Yüksek bir kaidenin üstünde gökyüzüne doğru uzanan Karya’nın muhteşem anıtı Mausoleion tam karşımdaydı. Kaidenin üstündeki otuz altı sütunun taşıdığı piramit biçimli yapının üstünde dört atlı bir arabada Karya kralı Mausolos ve karısı Artemisia’ın heykelleri vardı. Yükseklere mezar evleri yaptırmaya meraklı olan Likyalı kralların bile bu derece görkemli mezarları yoktu. Kentin bütün tapınakları bu dev yapının yanında sönük kalıyorlardı. Anıt mezara yaklaşıp, etrafını süsleyen kabartma resimlere göz gezdirdiğimde, gördüklerim beni bir an için Halikarnossos’dan uzaklaştırmış, çocukluğunda Ksanthos’un ünlü anıtlarına bakarken düşlediğim dünyalara yeniden götürmüştü. Kimler yoktu ki bu kabartmalarda, Amozonlarla Yunanlıların, LapithlerleKentauros’ların savaşları, Karya krallarıyla soyluların mükemmel heykelleri ve sütunların üstündeki aslanlar. Bunları Ksanthos’taki Deniz Perileri anıtına benzettim. Başımı kaldırdım; Mausolos’un mağrur profilini gördüm. Bin yılı aşkın bir süredir deprem görmeyen bu kentte, Mausolos sonsuza kadar unutulmayacaktı. Dört atlı arabalarında kral ve karısı ölümsüzlüğe meydan okuyorlardı.
Sokak aralarından meydana doğru artarak çoğalan nal sesleri, dev anıtın bana yaşattığı büyülü ortamın dağılmasına neden oldu. Bunlar kentin her yerinde rastlanan Romalı atlılardı. Agorada konuştuğum bir satıcıdan, bu askerlerin Mısır’dan yeni geldiklerini ve henüz birkaç aydır kentte bulunduklarını öğrendim. Çok merak ettiğim Mausolos ve eşini sorduğumda ise, Halikarnassoslu satıcı gülümseyerek eliyle gölgedeki tabureyi gösterip, oturmamı istedi. Son müşterisine de Suriye’den getirilmiş kumaşları, bir bir tezgahın üstünde gelişigüzel açarak gösterdikten sonra siyah sakalını sıvazlayarak, yanıma çöktü ve konuşmaya başladı:
“Bu gün Karya’nın başkenti olan Halikarnossos, bundan üçyüzelli yıl önce çok önemli olmayan küçüçük bir kıyı kentiymiş. Kentin güzelliğini ve gücünü ilk keşfeden Mylasa Kralı Mausolos olmuş. Güçlü ve iradeli bir kralmış, bu Mausolos. Üstelik Perslerle de çok iyi geçinirmiş. Biz Halikarnossoslular zaten Perslerle her zaman iyi geçindik; onların Küçük Asya topraklarında en iyi müttefikleri olduk. Zaten, bu ülkenin başına ne geldiyse, bu uzlaşmacı yanımızdan gelmiştir. Mausolos, bu kenti yeniden yaratmış; etrafını surlarla çevirerek karadan ve denizden gelebilecek her türlü tehlikeye karşı önlem almış. Marmara’dan getirttiği mermerlerden kente yeni binalar, tapınaklar, kendine de büyük bir saray yaptırmış. Karya hem siyasi, hem de kültür ve ticaret merkezi haline gelmiş. Mausolos sadece Hailkarnossos’u, değil bir çok Karya kentini de donatmış.”
Satıcı kolumdan tutarak dükkanından dışarı çıkardı ve Mausoleion’un tepesini işaret parmağı ile göstererek: “Kralın yanında gördüğün eşi Artemisia ise, kralın iki kız kardeşinden küçüğüdür.” dedi ve bir süre yoldan geçen müşterileri gözleriyle takip ettikten sonra konuşmasına devam etti;
“Kral ölünce bir oğlu olmadığından yerine karısı Artemisia geçmiş. Törenlerle yakılan kralın küllerini baharatlarla bir suda karıştırıp, kraliçeye içirmişler, böylece ruhları bir bedende sonsuza dek birleşmiş ve kraliçe iki yıl boyunca bu ülkeyi yönetmiş.
Karyalılarla hiçbir zaman dost olamayan Rodoslular, o zamanlarda kralının ölümünü fırsat bilip, donanmalarla Halikarnassos’a yelken açmışlar. Oysa, kraliçemiz Rodosluların ummadığı kadar zeki ve becerikli bir kadınmış. Sarayın altındaki gizli limanda gemileri saklamış. Rodos donanması Halikarnassos’a geldiğinde meydanı boş bulmuş. Askerler şehri ele geçirmek için gemilerinden inerek ilk önce şu gördüğün pazar yerini kuşatmışlar. Her yeri yakıp yıkmaya başladıklarında, Artemisia gizli limanda sakladığı gemilerini kanaldan limana indirmiş ve başı boş kalan Rodos gemilerin tamamını ele geçirmiş. Böylece Rodoslular için kenti ellerine geçirseler dahi ülkelerine dönme olanağı ortadan kalmış. Sonuç olarak, bir anlaşma yapıp teslim olmak zorunda kalmışlar.
Ne var ki, Artemisia bununla da yetinmemiş; Bu kez Rodos gemilerine Karyalı askerleri bindirip, adayı kuşatmak için yola çıkartmış. Adaya yaklaştıklarında gemilerinin zaferden döndüğünü zanneden Rodoslular coşkulu kutlamalara başlamışlar. Gemiler kolayca limana girdikten sonra, askerler hiçbir zorluk çekmeden karaya çıkabilmişler. Rodoslular, Karyalıların beklenmedik saldırısı karşısında paniğe kapılıp, çaresizce sokaklarda sağa sola kaçışmışlar. Ada kolayca ele geçirilmiş. Sonraları kent meydanına kraliçenin büyük bir heykeli dikilmiş. Zafer anıtı olarak dikilen bu heykeli her gün görmek Rodoslular için onur kırıcı bir durum olmuş. Korkularından heykeli yıkamamışlar, fakat her tarafına binalar yaptırtarak meydanın tam ortasında duran Artemisia heykelini görünmez hale getirmişler.
Kraliçenin asıl yaptırdığı büyük anıt ise, işte şu arkamızda bütün heybeti ile yükselen Mausoleion’dur. Bence, bu anıt mezarın görkeminden çok daha büyüleyici olan yanı, dünyanın en ünlü heykeltıraşlarının yaptığı frizleridir. Kraliçe öldükten sonra sarayın mali gücü tükenmiş, fakat yarım kalan anıtta çalışan işçiler, kraliçelerini çok sevdiklerinden para almadan işlerine devam etmişler. “
Halikarnassoslu satıcı Mausoleion’un tepesini göstererek, “İşte bu dört atlı arabanın taşıdığı kral ve kraliçe efsanevi sevgileriyle, kentimizi sonsuza dek kutsadılar. Büyük İskender bile, çok zor ele geçirdiği bu kentte taş üstünde taş bırakmazken, bu anıta dokunmadı.” dedi.
Karyalı satıcıyla vedalaşıp dükkanından uzaklaşırken, o nazik elleriyle dükkanına yeni gelen kadınlara kumaşlarını gösteriyordu.